İbrahim Zaman - Hüseyin Kekiç - Sahipsiz Fotoğraf

İbrahim Zaman

SAHİPSİZ FOTOĞRAF

Anadolu'ya fotoğraf gezilerine giderken, aynı yerde bir önceki gezide çektiğim portre fotoğraflarını bastırıp, sahiplerine götürmeyi seviyorum. Yine bir tekrar gezideyiz. Üç yıl önce buralarda çektiğim fotoğrafların sahiplerini arıyorum. Bir dükkana girip, yerleri süpüren küçük çırağa, fotoğrafını gösterip ustasının nerede olduğunu soruyorum. Çocuk hiç konuşmadan küçük işaret parmağıyla karşı kaldırımdaki çay ocağını gösteriyor bana.

Çay ocağı önünde, daha önce fotoğraflarını çektiğim ustalar, taburelere oturmuş, derin bir sohbete dalmışlar. Yaklaşıp selam vererek, yanlarına oturuyorum. Her birine kendi fotoğraflarını teslim ediyorum. Fotoğraflarını alan ustalar, elimdeki başka bir ustaya ait fotoğrafı görünce, az önce yüzlerine oturan tebessüm bir anda kayboluyor. Hiç konuşmadan birbirlerine bakıp, sessizce sardıkları tütünü ciğerlerine çekip, dumanını derin bir solukla üflüyorlar. Sahibini nerede bulurum diye elimdeki fotoğrafı uzatınca, arkamdan bir el uzanıyor, önce omzuma dokunup, sonra o fotoğrafı elimden alıyor ve çay ocağındaki eskimiş bir ayna çerçevesinin kenarına sıkıştırıyor.

Çay ocağındaki herkesin suskun ve hüzünlü yüzlerinden anlıyorum ki artık o fotoğrafın bir sahibi yok. Çay parası vermeye kalkınca, ustalar kaşlarını çatıp, el işaretiyle bana yolu gösteriyorlar. İçimdeki hüzünle, daha sekiz fotoğrafın sahibini aramak için sokaklara düşüyorum yine...

Fotoğraf : İbrahim Zaman
Öykü : Hüseyin Kekiç / 12.09.2023

Yusuf Darıyerli - Figen Özkan - Kahvehane

Yusuf Darıyerli

KAHVEHANE

O Temmuz sabahı herkes, Türk Ordusunun Kıbrıs'a "Barış Harekâtı" yaptığı haberiyle uyandı. Haberi duyan köy halkı meydanda toplandı. Muhtar, merkezden aldığı talimatları, neler yapılması gerektiğini herkese bir bir anlattı. Artık geceleri pencereler karartılacakmış.

Gece olduğunda herkes, evden dışarı ışık sızmasın diye perdelerini sıkı sıkıya tamamen örterdi. Açık renk perdesi olanlar, pencereleri önceden hazırladığı siyah veya lacivert kâğıtları bantla yapıştırarak kapatırdı

Akşamları evi karartma görevi alan kişiler, pencereleri titizlikle kapatır ve ampüller açıldıktan sonra dışarıya çıkıp, ışık sızması var mı diye kontrol ederlerdi.

Geniş bir ova üzerinde kurulu olan köyün, geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Uçsuz bucaksız elma ve ceviz bahçeleri, bakkalı, kahvehanesi ve kasabı olan köy seksen haneliydi. Kahveci Çolak Ahmet, evinin bir odasını kahvehaneye çevirmiş, iki masa, bir ocak olan bu yerin kapısına da kocaman Çolak Ahmet’in Kahvehanesi yazan renkli bir tabela asmıştı. Bu tezatlık herkes güldürürdü. Çolak Ahmet, gündüzden kahvehanenin penceresini battaniye ile kapatır, geceye hazırlardı. Bu günlerde köyün rengi, gündüzleri değişmesine rağmen geceleri simsiyahtı.

Kahvehanenin müdavimlerinden Bakkal Davut, herkes ona ‘Pinti Davut’ derdi. Şekeri altın tartar gibi tartar, kuruşu kuruşuna para alırdı. Kasap Durmuş, toparlak denecek kadar kısaydı, veresiye defteri tutmaz, müşteriden parayı peşin isterdi. Mehmet Ali’nin bacanağı Kör Raşit, köyün tek kamyoneti onda vardı. Çocukken sapanla oynarken taş gözüne gelmiş, perde inmiş bir daha da sol gözü görmemiş. Mehmet Ali ise, köyün yakışıklısı, uzun boylu iri yarı bir adamdı. Ailesinden kalan birkaç dönüm arazide buğday ekip geçimini sağlardı. Akşam olunca, diğerleri gibi Çolak Ahmet’in kahvehanesine okey oynamaya giderdi. Çocukluğundan beri âşık olduğu, köydeki Hüseyin ağanın kızı Fatma ile evlenmiş, aradan geçen yıllara rağmen çocukları olmamıştı. Tam on yıl sonra, tarladan döndüğü bir gün, Fatma ona müjdeyi vermişti. Baba olacaktı.

Artık, Mehmet Ali tarlada işini bitirir bitirmez oyalanmadan evine gidiyor, her gece gittiği kahvehaneye de arada sırada uğruyordu. O gün, eve döndüğünde Fatma’nın neşesi yoktu, yorgun gözüküyordu. Fatma, sabahtan komşu kızının evine çeyiz sermeye gitmişti. Yoruldu herhalde dedi. Fatma yorgun da olsa hep gülümserdi ama bu akşam bir tuhaflık vardı. Kendi kendine “hayır olsun” dedi. Fatma’ya bir şey sormadı. Düşünceli düşünceli bahçeye çıktı, bir sigara yaktı. O sırada Raşit’in kahveye gelmiyor musun diyen sesini duydu. Yanında da karısı Gülümser. Karanlıkta onları görmemişti. Gülümser, “Fatma” diye seslenerek içeriye girerken, Raşit’e ”Hayır” dedi. Raşit o kadar ısrar etti ki istemeye istemeye kahvehanenin yolunu tuttu. Mehmet Ali, diğerlerine benzemez, çok konuşmaz, sessiz sakin oyun oynardı. Ama bu günlerde kendi kendine “hayırlısı, yeter ki sağlık olsun,” diyerek konuşur olmuştu. Oyunda kazandıkça neşesi yerine gelmiş, masadakilerle şakalaşmaya başladığı sırada, kahvenin kapısı hızla açıldı. Kasap Durmuş’un küçük oğlu koşa koşa Mehmet Ali’nin yanına gelerek, bir nefeste “Fatma teyze hastalandı eve gitmen lazım” dedi. Ne yapacağını şaşırdı, dondu kaldı. Kahveden koşarak çıktı. Herkes de arkasından...

Eve vardıklarında, Fatma iki büklüm, rengi limon sarısı, gözlerinde yaşlarla yerde yatıyordu. Fatma “Doktor..” dedi, “Doktora gitmem lazım.” Mehmet Ali ne yapacağını şaşırdı, Karartma vardı, şehre nasıl gideceklerdi. Doktoru köye nasıl getirecekti.

Gülümser’den haberi duyan köyün ebesi Ayşe teyze, telaşla içeriye girdi. Yerde yatan Fatma’yı görünce, “Odaya taşıyın, sıcak su ve temiz havlu, çekilin kenara, durum vahim” dedi. Mehmet Ali, Fatma’yı kucaklayıp odaya götürdü, yatağa yatırırken Fatma'nın soluk alıp vermesi yavaşlamış, rengi daha da kötüleşmişti. Ayşe teyze, “sen çık“ dedi. Mehmet Ali, odanın kapısını usulca kapattı. Yere çöktü başını ellerine arasına aldı “gitmeyecektin gitmeyecektin” diye kendine kızmaya başladı. Diğerleri de odanın bir köşesinde Fatma’yı şehre nasıl götüreceklerini konuşmaya devam ederken, içeriden acı bir çığlık duyuldu. Herkes sustu. Fatma’nın ağlama sesi...

O günden sonra Mehmet Ali bir daha kahveye gitmedi.


Fotoğraf : Yusuf Darıyerli
Öykü : Figen Özkan / 11.09.2023

Habib Koçak - Serra Kemmer - Sürdüm Sürüştürdüm

Habib Koçak
 

SÜRDÜM SÜRÜŞTÜRDÜM

Yine beremi taktım o gün. Süslendim, püslendim. Kırmızı rujum mutlaka olur her zaman dudaklarımda. Kahveme kuruldum, her gün saat beşte olduğu gibi. O benim evin köşesindeki kahveme.

Kimi gün kızlarla laflarız orada. Kimi gün eskilerden yavuklum gelir kırıştırırız. Bazen bir kahve içer hemen kalkarım. Bazen de sadece kahvenin kokusunu çekerim içime. Gün gelir, saatlerce oturur kalırım. Önümde bir mektup zarfı bir türlü kapatamadığım. Gazetem, dergilerim. Küçük yazıları pek göremiyorum artık, ama bozuntuya da vermiyorum. Gözlük falan taşımıyorum. Gördüklerim bana yeter. Okuyamadığım satırları da kafamdan uyduruyorum.

Kahvede oturmayı severim. Süslenip, püslenmeyi de severim. Biliyorum fotoğrafçıların, ressamların, şairlerin içi gidiyor benim gibilere. Bak, geldi yine, bir tanesi duruyor karşımda. Onu fark etmediğimi sanıyor. Hah haaa. Biliyorum beni çekiyor, hem de bana çaktırmamaya çalışıyor. Utandırmamak için adamı, telefonum çalmış gibi yapıyorum. Başlıyorum konuşmaya. Anlatıyorum da anlatıyorum. Hani görmeden okuduğum satırlar var ya, işte orada okuduklarımı anlatıyorum telefonda. Sanki karşımdaki beni can kulağıyla dinliyor. Arada durup ben de onu dinliyorum pür dikkat. Çaktırmıyorum, sanki beni değil de onları çekiyormuş gibi yapıyorum. Arkamda oturan aileyi yani. Mutlu olsunlar diye. Dünden razılar poz vermeye. Mutluluktan ağızları kulaklarında. Karı koca mutlu, oğlan da gururlu. Fotoğrafçının yüreği kıpır kıpır. Ben sadece süslenip, püslendim, sürdüm, sürüştürdüm kahveme geldim. Anlayacağınız herkes memnun halinden.

Fotoğraf : Habib Koçak
Öykü : Serra Kemmer / 10 Ağustos 2023, Moda