Merhaba Sevgili Fotoğraf Dostlarımız

Bizler, genelde kültür sanat alanının, özelde fotoğraf dünyamızın, örgütlenmesinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz.

İnsanların bir araya gelerek, ortak sinerjileri ile, birlikte üretme faliyetlerinin bütün birikimi derlenmeli, arşivlenmeli, tasnif edilmeli ve gelecek kuşakların incelemesine açılmalıdır. Yeniden üretme çabası, ancak bu birikimi değerlendirmekle mümkündür.

Bu düşüncelerden hareketle, ANAFOD'un onuncu yılını "10 ANAFOD" isimli büyük bir derleme ile taçlandırmak istedik. Bu blog yayınımızın sayfalarında ANAFOD'un Yerelden (Maltepe) Ulusala (Türkiye) on yıllık yolculuğunu siz değerli dostlarımızla paylaşmayı hedefledik.

Bu derleme çalışması ile, fotoğraf dünyamızın çok önemli kadrolarının ve ANAFOD üyelerinin, birikimlerinin harmanlanması, başka sentezlerin ve yeni sunum biçimlerinin ortaya çıkmasına vesile olmak istiyoruz.

Sayfalarımızı, her girdiğinizde yeni paylaşımlar bulacağınız şekilde sürekli güncel ve canlı tutacağız.

Sonuçlarıyla ve hazırlanma süreçleriyle hepimizin kişisel gelişimine katkı vereceğini umduğumuz bu çalışmada, ilgisi ve desteğini sunan tüm ANAFOD üyelerine ve çok değerli fotoğraf kadrolarına teşekkür ediyoruz.

Lütfen, görüş ve önerilerinizle blogumuzda iz bırakınız ve yorumlarınızda isim yazınız...

Gökhan Gökçay - Hüseyin Kekiç - Neresi Uzak

 

Gökhan Gökçay


NERESİ UZAK

Karlı bir İstanbul sabahında, gün ağarmak üzereydi. Pencereden yola baktı kadın. Islak yoldan sıçrayan yağmur damlaları, geçen arabaların far ışıklarında kırılmalara neden oluyordu.

İç kırıklarını ansıdı kadın, hızla giyindi ve çıktı evden. Kısa bir süre kapı önünde taksi bekledi. Sonra üzerine gelen ışıklara doğru yürümeye başladı karla kaplı kaldırımların kenarından.

Arkasından bakan adam, ne kadar uzaklaşabilirsin ki diye söylendi içinden.
Herkesin uzağının kendi içinde olduğunu bilmeden.

Fotoğraf : Gökhan Gökçay
Öykü : Hüseyin Kekiç / 15.08.2023


İbrahim Göksungur - Kaan Aksoy - Bakış Açısı

 

İbrahim Göksungur

BAKIŞ AÇISI

Onlar, nice yapılar inşa ettiler. İnşa ederken, başta ne için yapmışlardı? Şimdi neye hizmet ediyorlar?

Onlar, aslında o yapıtları hangi amaçlar için inşa ettiler? Şimdi ne için kullanıyorlar? Bu heybetli yapıları yerden yükseltirken neler harcadılar ve neler feda ettiler? Yapılan fedaların bedelini kimler ödedi; bu yapıları yaptıranlar mı yoksa elleriyle her taşı yerine koyanlar mı?

Zamanla inşa ettikleri yapıları nasıl kutsallaştırdılar? Hangi amaçlar uğruna neleri temsil etmelerini sağladılar?

Özünde ya taş ve topraktan ibaret, ya da sözlü kavramlardan ibaret somut veya soyut yapıları, kendi hayatlarında nasıl da taptıkları varlıklar haline getirdiler. Kendi kendilerine gözlerini başka bir şey görmez hale getirdiler.

Bakış açılarını öyle bir hale getirdiler ki, kurtuluşları için başvurdukları “köşe”de sıkışıp kaldılar. Adeta kendi sonlarını kendileri hazırladılar ve ardından gelenleri de bu sona hazırlıyorlar.

Onların bakış açıları dar. Hayatları da, düşünceleri de, kendilerinden sonraki nesillerin bakış açılarını da “dar” hale getiriyorlar. Oysa, onların önünde öylesine geniş bir dünya var ki! Ancak, bu dar bakış açısını öyle bir tasvir ediyorlar ki, birçok kişiyi en engin ufuklar olduğuna inandırıyorlar. Ama inananlar da neden inanıyor? Acaba buna inanmaya zaten hazırlar mı?

Kendi benliklerini, kendi zihinlerini esir eden bakış açıları ile körelttikleri düşünceleri sayesinde, önlerindeki apaçık yolları ellerinin tersi ile nasıl da iterek yok sayıyorlar. Nasıl da reddederek tercih edebilecekleri o değerli seçenekleri arasından siliyorlar. Hayatlarındaki çeşitlilikleri öldürüyorlar, hem de hiç farkında olmadan bunu yapıyorlar, ya da farkında olmak istemiyorlar; basit bir hareket ile sırt çeviriyorlar.

Gelecek nesiller, bugünkü nesillerden öğreniyor. Gelecek nesillerinin örnek aldıkları insanlar da bu bakış açısına sahip olan bugünün nesilleri. Onlar da bir önceki nesillerden öğrendiler.

Ancak, sahip oldukları bakış açılarının inanılmaz bir çekiciliği bulunuyor. Öylesine inanıyorlar ki yaptıklarına veya söylediklerine, yüzlerini sanki duvardaki taştan bir delik içerisine gömerek sergiledikleri o içeridekini görme çabaları ile çevrelerindekilerde merak uyandırıyorlar. Merakla çevrelerindekini adeta bir mıknatıs gibi çekiyorlar. Merakla öğrenmek, öğrenmenin en güçlü yollarından biri... Bu güçlü yol ile öğrendikleri bakış açısı, o insanların bir ömür boyunca hayatlarının rotasını çizen yol olacak.

Neye bakıyorlar? Nereden bakıyorlar? Nasıl bakıyorlar? Neden bakıyorlar? Neden baktıklarına inanıyorlar? Bu inanma isteği nereden kaynaklanıyor?

Ya onların baktıkları ve inandıkları doğru değilse. Hiç düşünmüyorlar. Hiç sormuyorlar. Aslında kendi yapıtlarından bakışlarını ayırmayıp ve kendilerini kör etmişler. Baktıkları şeylerden gözlerini ayırmadan o kadar çok bakmışlar ve o kadar parlak hale getirmişler ki, zamanla kar körlüğüne kapılmışlar. Kar körlüğü! Ne kadar da ak pak görünüyor. Artık çorak bir çöle çıkmışlar ama hala kendilerini karlar içinde zannediyorlar. Gördüğünü zannettikleri her yön bembeyaz ama ayaklarının sıcaktan yanmasına anlam veremiyorlar. Körler ama haberleri yok.

Bu bakış açısıyla sonraki nesillere de kar körlüğünü öğretiyorlar.

Bu sorumlulukları, omuzlarındaki bu yük, hiç umurlarında değil. Aldırmıyorlar da... Bencilleştiler. Kendilerini “mutlu” hissediyorlar. “Amaaan, boş ver!” diyorlar. Neyi boş veriyorlar? Hayatlarını mı? Mutlular mı? Ama gerçekten! Öyle, mahsustan değil. Kendilerini sorguluyorlar mı? Yoksa aynı yere bakmaya, aynı bakış açısı ile devam mı ediyorlar? Kendilerinin nasıl bir yolda ilerlediklerini merak etmiyorlar mı? Meraklarının en önemlisini ne zaman kaybettiler?

Geleceklerini kaybettikleri zaman… Kendi elleriyle kendilerini kör ediyorlar ve geleceklerini mühürlüyorlar.

Bu nedenle üst üste dizdikleri taşları kırma ve etraflarına bakma zamanı geldi de, geçiyor bile. Bakış açılarını değiştirme zamanı, aynı bir tren gibi. Ya bu trene binecekler, ya da bu treni kaçıracaklar.

Ne zaman ve nasıl kendilerini kurtaracaklar? Nasıl gelecek nesillerinin kurtuluşları olacaklar?

Bakış açısı ile.

Sadece bu.

Başka bir “büyü” veya “tılsım” aramalarına hiç gerek yok.

Fotoğraf : İbrahim Göksungur
Yazan : Kaan Aksoy


Cenk Gençdiş - Gülçin Demirci - Karlı Bir Günde Yaşam Sorgulaması

 

Cenk Gençdiş

KARLI BİR GÜNDE YAŞAM SORGULAMASI

O sabah işe gitmek için çırpınırken ıslanmış botlarından üşüyen ayakları yaya geçidinde duraklamasına neden oldu. Yüzüne çarpan kar soğuğu ve kokusu, unuttuğu bir şeyleri hatırlatıyordu.

Trafik lambası yeşil yanıyordu. Gitmekle kalmak arasında kararsızdı. Ayaklarında görünmeyen bir ağırlık adım atmasını engelliyordu. Sanki o an kendisini sarmalayan karmaşanın dışına çıktı. Her gün aceleyle karıştığı kalabalığa bu defa katılmadı.

İzlemeye başladı. Kar kadar dingindi. Alışmış olduğu döngüyü takip edip işe gidebilse son yirmi senedir oturduğu yıpranmış koltuğa kendini bırakacak, ilk çayını içerken çalışmaya başlamış gibi yapacak, müdürle göz göze gelmeden günü bitirebilmek için mümkün olduğunca meşgul gibi davranacaktı.

İşten çıktığında yaşadığı büyük şehrin trafiğine girip eve gitmek için uğraşan binlerce insana katılacaktı. En az iki saat uğraşıp eve vardığında kendine yemek hazırlayıp televizyonun karşısında sanki bir görev gibi akşam yemeğini yiyecekti. Çok geçmeden uykusu gelecek ve on senedir yalnız yattığı yatağına yatacaktı. Sabah kalkıp aynı döngüyü tekrarlayacaktı. Artık bu anlamsız döngüyü tekrarlamak istemiyor ama ne yapacağını bilemiyordu.

Şairin “mahvolduğu” hava böyle bir hava değildi ama yine bir hava durumu başka bir memuru “mahvediyordu”.

İstanbul’da beklenen kar yağışı etkisini gösteriyordu.


Fotoğraf : Cenk Gençdiş
Öykü : Gülçin Demirci / 09.01.2024