Alberto Modiano - Baytekin Kara - Biz Bize

Alberto Modiano

BİZ BİZE

Ticaret yapıyorum. Haliyle iş yaptığın bir çevreye sahip oluyorsun. Bir kısmıyla aldım verdim ilişkisi, bir kısmıyla daha da gelişen arkadaşlıklar. Ailece gidip gelmeler, nişana, düğüne davet etmeler, kişisel sohbetler, yarenlikler.

Armen, bunlardan biri. İş ilişkimiz nasıl başladı hatırlamıyorum bile, ama sıkı görüşüyoruz. Bir gün laf lafı açtı nerelisine geldi.

Çorum, Mecitözü” dedim.
Eeeee” dedi “Ben de Mecitözü'lüyüm.”
Daha neler.”
Valla ben de Mecitözü'lüyüm. Bizi oralarda barındırmamışsınız. Ben hayal meyal hatırlıyorum, tası tarağı toplayıp ayrıldığımızı. İstanbul'a gelmişiz. Burada yeni düzen tutturma falan.”

Alt üst olmuştum. Geceden ve sohbetten başka bir şey hatırlamıyorum.
Eve varır varmaz anneme,

Bugün garip bir şey oldu. Armen diye bir arkadaşım Mecitözü'lü olduğunu söyledi. Bizim oralarda yaşıyorlarmış. Onlara kötü davranılmış ayrılmak zorunda kalmışlar.” dedim.

Evet, oldu öyle şeyler. Hatta, hatta onların kızlarından biri Anait vardı. Ayrılmak istemedi Mecitözü'nden. Sevdalıydı birine, ailesiyle de gitmedi, sevdalısına da yar olmadı. Ölene kadar bizim evde bir odada yaşadı. Dikiş dikerek geçindi.”

Büyük bir sessizlik.

Hatırlarsın belki, ortalıkta bir kenarda duran, çalışmayan, mekiğinin şekli çocuklar için hep ilgi çekici olan Ayaksız Dikiş Makinesı vardı ya işte o Anait'den geriye kalmıştı.”

Hatırlıyorum. Çalışmayan, bir kenarda duran makineyı hep merak eder, didik didik didiklerdik. Garip garip şekilli parçaları, hep ilgimizi çekerdi. En çok da dört perçinle dikiş makinesinin gövdesine monte edilmiş, pırıl pırıl parlayan, yapan atölyenin sarı metal etiketi. Üzerindeki yazılar okunuyordu ve onca pas ve pislik içinde hep pırıl pırıldı.

Fotoğraf : Alberto Modiano
Yazı : Baytekin Kara

Murat Ünal - Hasan Çalıkuşu - Boyadım Seni İstanbul

Murat Ünal

BOYADIM SENİ İSTANBUL

Tuvalime bakıp boyadım seni İstanbul, paletimdeki renklerle.
Az önce şu yanımdan süzülerek geçen vapur. Kadıköy yakasından getirdiğin yolcularla çok havalıydın yani. Kirli beyaza birazcık mavi katıp önce senin gövdeni boyadım. Duman tüten bacana da sürdüm. Sonra sarı rengi aldım ve vapurun ışıklarını belirledim. Aralarına çok açık sarı beneklerle lambaların parlak ışıklarını yuvarlak bir şekilde boyadım. Siyaha yakın bir tonda vapurun direğini, yan pencerelerini, kıçındaki parmaklıkları, üst güvertedeki tenteyi ve geminin altını gölgeledim. Güvertede dolaşan insanları sarının üstünde belirsiz lekeler halinde fırçaladım. Vapurla işim bittiği için iskeleye yanaşmasına müsaade ediyorum artık.

Renkleri kullanırken, keskin sınırlar bırakmayarak, seyredenlere flu bir İstanbul akşamı manzarası yapmak istiyorum.

Gökyüzünü gece mavisi ile boyadıktan sonra, yer yer koyu maviler ve beyazlarla dokunmalar yapıp, kuru fırçayla silikleştirip bulutları belirginleştirdim ve böylece bulutlu bir akşam atmosferi oluşturuyorum.

Arka, uzak fondaki yalnızlığa bırakılmış Haydarpaşa'yı da koyu renklerle bir gölge gibi iskele ve vapur arasına yerleştirdim. Bazı yerlerinde daha açık tonlarla gölgelemeler yaptım. Önündeki aydınlatmaları da unutmayarak, açık sarı ve beyaz yuvarlak noktalar yerleştirdim. Ama bu sefer boyama, biraz hüznün rengini de kattım eski günlerin anısına Haydarpaşa'ya. Hatırlıyorum da, Kadıköy İskelesi'nden kalkan vapur, asil bir zarafetle tarihi Haydarpaşa'yı selamlayarak iskelesine yanaşırdı.

Sağ kadraj ile vapurun arasındaki Cankurtaran Feneri, seni görmemek mümkün mü. Sen ki karanlık gecelerin, puslu sabahların rehberi oldun görmeyen gözlere. Net olmasa da seni koydum tuvalin kenarına, hem de ışığınla.

Karaköy İskelesi, gecenin alaca karanlığında bekliyor vapurunu bir sevgili gibi. Biraz sonra dolanacak ona halatları ile sımsıkı. İndirecek yolcularını vapurdan iskeleye, nazlı bir sevgilinin sitemkâr sözleri gibi akacaklar üzerinden karaya. İskeleyi boyamak için paletimdeki siyahları fırçama yükleyerek önce iskelenin deniz üstündeki platformunu bir siyah şerit gibi boyadım. Kalan boya ile ikinci katın çatısını tamamladım. Sonra paletimdeki uygun renkleri birbirine karıştırarak, bekleme salonlarının dış cephelerini ışığın durumuna göre dikkatlice boyadım. Koyu renklerle yolcu kapılarını tamamladım. En sonunda, iskelenin ışıklarını sarı ve beyaz renklerle belirginleştirdim.

Şimdi en sevdiğim yeri boyayacağım. Denizi. Deniz aslında ilk aşkımdı. Bazen sıcak, bazen soğuk, kimi durgun, kimi hırçın. Tam oldu dediğim zaman, bir öfke ile üzerime sıçrayan. Seni anlamak boyamaktan daha zor inan bana.

Önce gökyüzüne verdiğim mavi tonun en sakin olanı ile uzaktaki denizi özenle boyadım. Sonra kendime doğru geldikçe aynı tonda rastgele boyayarak, denizin ilk kat boyasını tamamladım. Uzaktaki deniz sakin gözükse de yakınlaştıkça dalgalanma hissi için, koyu mavi ve lacivert tonlarla devam ettim. Resme bir mücevher pırıltısı verecek olan en önemli yer ise vapur ve iskeleden denize yansıyan ışıkların yerleştirilmesiydi. Sarıdan beyaza bunları da yaptıktan sonra resmi tamamlamış oldum. Ön tarafta, bir ben ve tuvalim eksikti. Murat kardeşim, arkamdan fotoğrafı çekince, her şey tamamlanmış oldu.

"Boyadım seni İstanbul!"

Fotoğraf : Murat Ünal
Yazı : Hasan Çalıkuşu

Halil Nadir Ede - Kaan Aksoy - İki Kıta Arasında

Halil Nadir Ede

İKİ KITA ARASINDA

Randevu saatine yetişmek için erken saatte kamyonun başına gitti. Kaputu açıp, motorun yağını ve suyunu kontrol etti. Motorun kayışı eskimişti. Artık değiştirilmesi gerekiyordu. Tekerlekleri kontrol etti. Lastiklerin dişleri kısalmıştı. Bir aya lastikleri değiştirmek gerekecekti. Sol arka tekerleğin havası biraz inmişti. Yola çıkmadan önce benzinciye uğraması gerekiyordu.

İstanbul’a, Anadolu yakasındaki Sabiha Gökçen Havaalanı’nın yakınına gitmesi gerekiyordu. Çerkezköy’den epey mesafe vardı. İstanbul’un trafiği bir başkaydı. Tekirdağ’ınkine benzemezdi. Erken yola çıkması gerekiyordu.

Sabah geç olmamasına rağmen, trafik kendini epey hissettiriyordu. İki saati geçmişti. Sonunda ikinci köprü yoluna girmişti. Trafiğin ağır temposunda gözü köprünün kulelerine takıldı. Ne kadar yüksek yapmışlar diye düşündü. Kim bilir ne kadar uzun sürmüştür bu kuleleri dikmeleri. Ne de olsa koca iki kıtayı birleştiren ikinci köprüydü. Ancak böyle bir köprü Avrupa ile Anadolu’yu* bir araya getirebilirdi. Köprü üzerine çıktığında boğazın manzarasını iyi görmek için camını açtı. Güneşliğe sıkıştırdığı buruşmuş sigara paketine uzandı. Pencereden şoför kabininin içine dolan boğaz rüzgarının ferahlatıcı havası, sabah İstanbul’un trafiğindeki ilk yorgunluğu alıp götürmüştü. Sigarasını yaktı ve boğazın kıyısındaki yalılara bakarak, derin bir nefes çekti. Sanki o yalılardan birinin bahçesinde, denize karşı oturmuş, cigarasının keyfini çıkarıyordu.

Köprüyü geçerken trafik bir nebze rahatladı. Havaalanına yaklaşana kadar yolda pek tatsızlık yaşamadı. Yolda yavaşladığı bir ara, adrese baktı. Sonra otobandan çıkıp, önce yan yola girdi. Daha sonra da ara sokaklarda yol almaya başladı.

Kepenkleri yeni açılmış bir deponun kapısının önüne kamyonu çekti. Kepengi açık büyük kapıdan içeri adımını attı. “Selamünaleyküm. Ben malların nakli için geldim.” İçeride çalışan adamlardan biri, ellerini bir bez parçasına sile sile öne çıkarak, şoföre yaklaştı.

Abi, sen hangi malları almaya gelmiştin? Beykoz’a mı götüreceksin?”
Yok, yeğenim. Ben Çorlu’ya gideceğim. Kağıtlar da burada” diyerek, sipariş belgelerini adama doğru uzattı.

Elindeki kirli bezi arka cebine sıkıştıran adam, sipariş dökümünün sayfalarına baktı.

Abi, bu büyük sevkiyattı. Bildim. Ama malzemelerin hepsi hazır olmayabilir.”
Yeğenim, bana bugün siparişi alacaksın dediler. Sabahtan gidip al gel dediler. Gerisini bilmem. Öğleye malların yüklenmesi lazım. Akşama Çorlu’da olmam lazım. Yoksa beni zora sokarsın.”
Abi, tamam. Ben bizim şefle görüşeyim. Sana bir çay ısmarlayayım. Gel, otur şöyle” diyerek evraklar elinde içeriye gitti.

Fazla geçmeden bir kamyonet yanaştı kamyonunun yanına. İçeriden iki kişi indi. Depoda biraz önce görüştüğü görevli, arkadaki camlı ofisten çıktı. Kamyonetten inen iki kişiyle el sıkıştı. Depodaki çalışanlarına seslenerek el işareti yaptı. Adamlar az önce gelen kamyonete malları yüklemeye başladılar.

Çayını bitireli kısa bir zaman geçmişti. Ayağa kalktı. Deponun arkasındaki ofise ilerledi. Geldiğinde ilk ilgilenen adam, ofise ilerleyen kamyon şoförünü izlemeye başladı. Başını çevirmedi. Ofise doğru devam etti. İzlendiğini biliyordu. Ofisin kapısına yaklaşırken sigara kokusunu aldı. Kapıdan içeri adımını attı.

Kolay gelsin. Deponun şefi sen miydin?”
Merhaba Abi” diyerek ayağa kalktı ve devam etti, “Senin malzemeleri az sonra yükleyeceğiz. Şimdi senden önce ayarladığımız şu kamyonet var. Onu yükleyelim. Sonra hemen senin işi halledeceğiz.”

Şoför kepenkli kapıya kadar yürüdü. Telefonunu cebinden çıkardı ve arama düğmesine bastı.

Murat Bey, sizin verdiğiniz adresteyim. Ancak yüklemeyi halen yapmadılar. Öğlen oldu. Eğer akşam sizin mağazanın kapanışına yetişemezsem, yarın sabah teslimi yapmak zorunda kalırım. O zaman da nakliye için ikinci gün parası ödemek zorunda kalırsınız” diye konuştuktan sonra telefon görüşmesi sakin ve çabuk bitti.

Gözlerini depodaki sorumluya ve şefin ofisine çevirdi. Şefin telefonu çaldı. Tatsız bir telefon görüşmesi oldu. Şef, telefon kapanır kapanmaz çalışanların yarısını kamyona yüklenecek malların yüklenmesi için görevlendirdi.

Buruşuk sigara paketini cebinden çıkardı. Bir sigara yaktı. “Yeğenim, bir çay daha versene” diye seslendi.

Kamyonun yüklenmesi, öğle yemeği sonrasında tamamlandı ve irsaliye evraklarını imzalayıp, kontağı çevirdi. Artık Çorlu yoluna çıkıyordu. Otobana çıktı. Henüz akşamüstü trafiği başlamamıştı. Bir süre sonra köprü yoluna girdi. Yine geldiği ikinci köprüden geçiyordu. Hemen penceresini açtı. Boğazın esintisi şoför mahalini doldurdu.

Köprüden geçerken, bir günde iki kıta arasında gidip geldim. Nasıl bir şehir burası. Hadi, ben ayda yılda bir sevkiyat için geçiyorum. Ama buradaki insanlar her gün iki kıta arasında mekik dokuyor. Nasıl bir diyar. İstanbul’da yaşayanlara bir lütuf mudur, yoksa bir ıstırap mı diye düşündü. Artık derdi Çorlu’daki mağazaya kapanmadan yetişmekti. Zaman kaybetmeden yetişmeliydi. İki kıta arasında yaşayanların yaşamlarını, keyiflerini ve dertlerini unutup yoluna devam etti.

Not: (*) Asya kıtası yerine, Anadolu olarak yazılmıştır. Kamyon şoförünün düşüncesi yansıtılmıştır.

Fotoğraf : Halil Nadir Ede
Öykü : Kaan Aksoy

Faik Kaplan - Aydanur Atamdede - Lambada Titreyen Alev

Faik Kaplan

LAMBADA TİTREYEN ALEV

Annem telefonda,

Aliye ablan Koruköy’de bir tanıdıklarında. Sana da uğramak istiyor” dedi.
Buyursun anne. Telefonunu ver bana arayıp adresi söyleyeyim, ya da gidip alayım.”

Aliye abla, annemin arkadaşı, kendisi Ürgüp'lü. Yıllardır aynı mahallede komşumuz. Yetmişli yaşlarının sonlarında, iki oğlu var. Oğlunun küçüğü Kanada’da, büyük oğlu Ankara’da yaşıyor. Onun da iki kızı var. Kocasını çok genç yaşında kaybetti. Ankara’daki torunu İstanbul’da üniversite kazanınca babaannesinin yanında kalıyor. Aliye abla, hayatın cefasını çekmiş ama neşesinden enerjisinden bir şey kaybetmemiş. Torunu ile de çok iyi geçiniyorlar.

Bizim yazlık eve ilk kez geliyordu. Kapıdan girer girmez, hemen antrede kayınvalidemden kalma çeyiz sandığı, sandığın üzerinde benim işlediğim kanaviçe örtü ve üzerinde yine kayınvalidemden kalma gaz lambasını görünce;

Abovv, ben bu lambanın altında ne halılar dokudum, halıyı dokurken ne türküler çığırdım, şimdi bunlar sosyetik olmuş.” dedi ve devam etti anlatmaya.

Benim gençliğimde Ürgüp’te evlerin çoğunda halı tezgahları vardı. Evin genç kızları, hem kendi çeyizleri için hem de satmak için, halı dokurdu. O vakitler bizim köyde elektrik yoktu, gaz lambası ile aydınlanıyorduk. Şimdi oralarda asri oldu, ne halı dokuyan, ne dantel ören var.”

Ben de bunun üzerine, Mihriban diye mırıldandım, sonra sesim daha gür çıkmaya başladı…

Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışım, çözülmüyor, Mihriban, Mihriban

Ayrılıktan zor belleme ölümü,
Görmeyince sezilmiyor, Mihriban, Mihriban

Yâr deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor,
Aşk kâğıda yazılmıyor, Mihriban, Mihriban


Fotoğraf : Faik Kaplan
Öykü : Aydanur Atamdede – Eylül 2023