İbrahim Ayşıl - Hüseyin Kekiç - Filozofun Piposu

İbrahim Ayşıl

FİLOZOFUN PİPOSU

Çaktırmadan mahalleye gelen gezginleri veya fotoğraf gruplarını takip eder, kimi zaman terzi, kimi zaman berber dükkanı, çoğunlukla da pastane veya kahvehane önlerindeki taburelere oturur, uzun sakalı ve alt dudağının kenarını sarkıtmış piposu ile bütün gün ilgi çekmeye bayılırdı.

Fotoğrafını çekmek isteyen birileri olunca da ağzından düşürmediği ve hiçbir zaman yanmayan, tütünsüz piposu ile hızlı hızlı ve anlamsızca konuşmaya başlardı.

O konuştukça, piposu, tıpkı temel reisin piposu gibi dudakları arasında sallanır ve karşısında duranlarda her an ağzından düşecek hissi uyandırırdı. Bu hissin etkisini çok iyi bilir ve kendisine olan bu ilgiyi canlı tutmak için, asla piposunu eliyle tutmaz, anlamsız sözlerini aralarda kahkahalarla süslerdi.

O gün, her zamanki gibi, elleri ceplerinde, dudakları arasında sallanıp duran piposuyla girdi içeri. Her masaya tek tek yanaşıp, bir filozof edasıyla ezberinde olan tiradları okuyarak dolaştı kahvenin içinde. Mahalleli olarak bizler, alışmıştık ona, piposuna ve anlamsız tiradlarına.

Mahalleye yakın zamanda taşınmış ve bir depoda gece bekçiliği yapmak zorunda kalan öğretmen emeklisi, dikkatle okuduğu gazeteden başını kaldırıp tersleyince onu, hemen sustu.

Önce kendi etrafında bir tur döndü ve sonra herkesin şaşkın bakışları önünde, cebinden çıkardığı sol eliyle sandalyeye tutunarak, sağ eliyle ilk defa ağzındaki pipoyu çıkardı. Onun özür dileyen mahcubiyeti ile öğretmen de sessizce önündeki gazeteye döndü.

İşte o günden sonra da...

Fotoğraf : İbrahim Ayşıl
Öykü : Hüseyin Kekiç / 15.08.2023

Özgen Beşli - Didem Nuhoğlu Utar - Kahraman

Özgen Beşli

KAHRAMAN

Dimdik karşımda duruyor sıpasının sırtında. Anadolu’nun bir köyünde yaşıyor besbelli. Öyle bir bakıyor ki, bakışına takılıp kalıyorum. Enfes bir bakış bu, uzaklara, belki geleceğe. Sıpanın bakışı da apayrı bir havada, mesafeli ve ağırbaşlı. Çocuğun bakışıyla, ardındaki hikayeyi arıyorum zihnimde. Kalın bir kitabın sayfalarını çevirirken kokusunu almaya çalışır gibi adeta.

Birden, sisin içinden beliriveriyor gözümde hayattan bir sahne. Köyünde ailesi ve kardeşleriyle yaşayan, ailesinin ilk göz ağrısı bir oğlan çocuğu. İlk göz ağrısı olmanın verdiği duyguyla, sorumluluklarının da bilincinde bir küçük adam. Okuldan koşarak gelmiş, doğruca damın oraya gidiyor. Keçileri otlatmaya meraya gidecek, çok geç olmadan. Yeri geliyor, evin damında besledikleri, birkaç keçi ve koyuna çobanlık ediyor, bazen de tarla sürüyor babasıyla. Ama köy okulundaki öğretmeninin de gözdesi. Derslerine çalışıyor ve öğretmeninin hediye ettiği kitapları bir çırpıda okuyor. Belli ki meraklı okumaya ve başka dünyaları tanımaya. Bir de can dostu var; minik sıpası. Her fırsatta onunla birlikte vakit geçiriyor. İşte yine sıpasıyla zaman geçirdiği bir anda, bu kez okuduğu hikayelerden onu etkileyen bir kahramanın edasıyla bakıyor, sanki atının üzerinde muhteşem kılıcıyla duran bir şövalye gibi.

Yine dönüyorum o bakışlara; güzelim sıpanın bakışı ve oğlanın edası bambaşka bir tad bırakıyor insanda. Nice masallardaki, filmlerdeki kahramanlardan öte bir şey var onlarda. Sıpanın o soğukkanlı bakışı ve çocuğun bir eli cebinde, diğer eliyle sopasını kaldırırken verdiği poz, çok şeylere meydan okuyor sanki. Arkalarından gelecek fırtınanın habercisi kapkara bulutlarla alay edercesine bir bakış bu. Hayatındaki eksiklere, mutsuzluklara, hayatın kendisine bir meydan okuyuş. Sıpayla, çocuk ayrılmaz bir ikili. Biri eksik olsa, fotoğrafta bir şeyler yarım kalacak adeta. Bakışındaki parlaklık ise çok şeyin habercisi, geleceğini yazmaya muktedir bir ifade. Şimdilik birlikte yazacaklar bu hikayeyi, sonra hikaye bambaşka yerlere evrilecek, belki sıpa olmayacak o hikayede bir süre sonra.

Tam da şimdi, bu kareyle yazmaya başlıyorlar kendi hikayelerini. Çekivermişler arkalarındaki perdeyi, hayatın ağırlığını bir süre olsun hissetmemek için; çocuk her yerde çocuk. Dalıveriyorlar hayal dünyasına, peşlerinde beni de sürükleyerek.

Perde onlar için açılıyor; ‘Kahraman ve Sıpası’. Birazdan koşuverecek dört nala küçük sıpa, sırtında süvarisi ile, göz alabildiğine uçsuz bucaksız ovada, kendilerinden olmayan suratsız minik patates adamları acımasızca ezip geçecekler. Sonra, gezmeye devam edecekler diyarları birlikte. Ta ki örttükleri perdenin ardından gelen ses, onları durdurana dek.

Kahraman, haydi yemek vakti”


Fotoğraf : Özgen Beşli
Yazı : Didem Nuhoğlu Utar / 17 Ekim 2023

Akın Andırın - Erdal Gömceli - Sarı Fırtına

Akın Andırın

SARI FIRTINA

Babam, uzun yıllar araba tamirciliği yapmış, çırak olarak başladığı mesleğinden Saim Usta olarak emekli olmuştu. Zor şartlar altında çalışıp alın teriyle ve zorluklar içinde biriktirdiği parayla, kendi tamirhanesini açmış, ailesini bu tamirhaneyle geçindirmiş, beni ve iki ablamı bu tamirhaneden elde ettiği kazançla okutmuştu. Belli bir yaşa geldiğinde, tamirhanesini yanında çalışan Cihan Usta’ya devretmiş ve emeklilik hayatına adım atmıştı.

Babamı ziyaret ettiğim bir günde, aynaya tutuşturulmuş bir fotoğraf dikkatimi çekti. Fotoğrafta, babam sarı renkli bir arabanın önünde poz vermişti. Merakımı gidermek için ”Baba bu fotoğrafı daha önce görmemiştim. Bu araba kimindi? Aynaya astığına göre sende bir hatırası olmalı” dedim. Babam fotoğrafı eline aldı, duygulanarak “Bu aldığım ilk arabaydı. Sen daha çocuktun hatırlamazsın. Bu arabayı aldığımız gün evdeki mutluluğu tarif edemem. Hemen annen, ablaların ve seni de alarak beraber arabayla dolaşmış, Çamlıca Tepesi’nden İstanbul’u seyretmiştik. Çok güzel günler yaşadık bu arabayla” diyerek iç geçirdi. Belli ki bu arabayla duygusal bir bağı vardı.

Bu durum beni de duygulandırmıştı. Belki o araba olmayacaktı ama aynı arabadan satın alıp, babama hediye etmek istedim. Satış ilanlarını incelerken bir mucize oldu. Babamın ilk göz ağrısı arabası satış ilanında karşıma çıkmıştı. Büyük bir heyecanla satıcıyı aradım. Aynı gün noterde buldum kendimi. Aracı satın aldım ve hemen tamirhaneye, Cihan Usta’nın yanına gittim. Cihan Usta arabayı görünce o da duygulandı. Çocuk yaştan beri babamın yanında çalışan, ustalığı ondan öğrenen Cihan Usta, “Nereden buldun bunu çocuk? Bu mesleğe başladığımda ilk tamir ettiğim araba buydu.” dedi ve devam etti, “Baban işi iyice öğrenene kadar müşteri arabalarını bana tamir ettirmemişti. O zamanlar işe ilk başladığımda daha çok getir-götür işlerini yapıyordum. Baban araçları tamir ederken bir taraftan işi bana da öğretiyordu. Bir gün, yanıma gelip kendi arabasının anahtarını bana uzattı, yağını, hava filtresini ve bujilerini değiştirmemi istedi. Hemen işe koyulmuştum. Saim Usta da beni takip ediyordu. İstediklerini başarıyla gerçekleştirince, tamamdır bundan sonra müşteri arabalarının tamirinde bana yardım edebilirsin demişti.” dedi. O günleri andıkça gözleri dolmuştu. Artık arabaya, sadece eskimiş bir araba olarak değil, birçok insanın hayatını etkileyen, hatıratlarla dolu bir varlık olarak bakmaya başlamıştım.

Cihan Usta, arabayı daha bugün satın aldım. Henüz babamın haberi yok. Bir elden geçirelim. Sonra babama vereceğim”

Bence babanı şimdi al gel. Eminim aracın bakımında kendisi de olmak isteyecektir.”

Büyük bir heyecanla babamın evine gittim.

Baba sana bir sürprizim var. Benimle tamirhaneye kadar gelir misin?”

Ne yapacağız tamirhanede? Cihan Usta’nın işi vardır. Şimdi biz oraya gidince işini bırakıp, bizimle ilgilenir. Gideceksek mesai bitimine doğru gidelim. Ben de ne zamandır uğramamıştım tamirhaneye.”

Israr edince beni kıramadı. Beraber tamirhaneye doğru yola koyulduk. Tamirhaneye geldiğimizde, babam arabayı gördü ve şaşırmış bir vaziyette “Sarı Fırtına!” dedi. Sevinçten gözleri dolarak, şoför koltuğuna oturdu. Ellerini direksiyonun çevresinde gezdirdi. Güneşlikleri indirip kaldırdı. Torpido gözüne baktı. “Nereden buldun bunu?” dedi. Olanları anlatınca bana sarıldı. “Beni ne kadar mutlu ettiğini bilemezsin evlat!” dedi.

Geçen süre zarfında babam tulumlarını tekrar giydi. Cihan Usta ile beraber her gün 'Sarı Fırtına'sı ile buluştu. Onu fabrikadan ilk çıkmış haline getirdiler. 'Sarı Fırtına’yı özleyen sadece babam değildi. Annem de çok mutlu olmuş, pencerenin önündeki çiçek saksılarını o eski günlerdeki gibi sarı saksılarla değiştirmişti.


Fotoğraf: Akın Andırın
Öykü: Erdal Gömceli / 23.10.2023

Nevzat Çakır - Baytekin Kara - Çivit

Nevzat Çakır

ÇİVİT

Kurulukta, direkte üç pazar filesi asılıydı. Pazartesi günleri köylü pazarına giderken kullanılırdı, bir de aylık alışverişte.

Mutemetin maaşları dağıttığı günün ertesi günü, mutlaka yapılması gereken işler olurdu. Ben, destek hizmetleri komutanı olarak, bu işlerin yapılmasında babamın yanında vazgeçilmez eleman. Gelecekte yapmam gerekenler ve yapmamam gerekenler için deneyim.

Maaşın alınmasından sonra, pazar filelerı bulunduğu yerden çıkarılır, çarşıya gidilirdi. İlk uğrak, Manifaturacı Yaşar eniştemin yanı. Bir çayı içilir, ev kiramız ödenirdi. Yaşar eniştem, ev sahibimiz, teyzemin kocası, yan komuşumuz.

Sonra, sıra kasap Lütfü'de, ona sonra da uğranacak, geçerken sonrasında çok beklememek için şöyle bir kafa uzatılır, bir, sonra bir işareti daha yapılırdı. Bu çok nadir bir buçuk, sonra bir buçuk daha olurdu. Bu aylık et tüketimimizin miktarıydı. Bir kilo kıyma, bir kilo kuşbaşı.

Bekir efendi bakkalımız, bakkal çarşının en sonunda köşede, bakkalda iş uzun, elde uzunca bir liste var. Annem, bütün ay neye ihtiyacı çıkarsa, yazmış bir kenara. Çatal iğnesinden tutun da, yağına, pirincine kadar. Bunlar toplanır filelenir.

Bakkal filemizin, listeye yazmaya bile gerek olmayan, iki vazgeçilmezi vardır. Mutlaka alınması gereken. Babannemin OPON'u. Ve çivit.

Sonra fırına uğranır, günde üç ekmek hesabıyla, arada fazlaları da olabilir diye yüz adet ekmek karnesi alınırdı. Fırıncı Misket Nuri, memurlara bu uygulama ile biraz da indirim yapardı.

Bakkal, Kasap, Fırında bize ait küçük küçük defterlerimiz vardı. Her defasında önceki ayın hesabı kapatılır, yapılan alışveriş için yapılabildiği kadar ödeme yapılır, geriye kalan olursa defter yeniden devreye girerdi.

Ellerimizde yüklü fileler, mahallenin başında gözükünce, gizli gizli gözlendiğimizi fark ederdim. Bizim hemen hemen her ay düzenli yapabildiğimizi yapamayanlar da vardı.

Evde son ödeme anneme yapılırdı. Ayda dört kere pazara çıkılacak, pazar parası artık ne kadarsa. Geriye babama ne kalırdı bilmiyorum. Bildiğim, babam da, annem de babamın ceplerinin bozuk paralardan sık sık delindiğinden hep şikayet ederlerdi.

Ay içinde görevim devam ederdi, babam olsun olmasın, annem istediğini bana söyler, kime gidilecekse onun küçük defterini bana verir, gider alıp getirirdim. Hiç ihmal etmezdim, gittiğim esnaftaki defterimize de, götürdüğüm deftere de alışveriş titizlikle yazılırdı.

Gelelim filemizin vazgeçilmezi OPON ve çivite.

OPON çocukluğum yıllarının her derde deva ilaçı. Bildiğimiz aspirin görünümünde yüz adetlik paketlerde bakkallarda satılıyor. Babannem evimizin en yaşlı insanı, hep bir şeylerden şikayetçi. Eli ağrır, beli ağrır, dili ağrır, dişi ağrır, dizi ağrır. OPON her derde deva. Her ay filemizin en üstünde yüz adetlik OPON kutusunu filede fark eden babannemin gözlerinde oluşan ışıltı bana hep garip gelmiştir. OPON babannemim hayat ışığı sanki.

Şimdilerde çivitte bilinmez oldu, ev temizliğimizin vazgeçilmezi. Kadınlarımız için çivit mavisini çamaşırlarda fark edilir kılmak, badanalarımızdaki mavilik övünç kaynağıdır. Kadınlarımız, dış duvarlarımız ve çamaşırlarımız mavilikleri ile anılır.

Bir de mavi soğuk renk derler.
Bizi sarıp sarmalayan ne varsa mavi işte.
Kadınlarımız, evlerimiz, çamaşırlarımız, gökyüzü.


Fotoğraf : Nevzat Çakır
Öykü : Baytekin Kara – 17.11.2023

Bülent Özgören - Ayşe Sönmez - Yalnızlığım

Bülent Özgören

YALNIZLIĞIM!

Yalnız kaya” ne kadar yalnızsa, ben de o kadar yalnızım.

Kendinle sohbet et der gibi bana. Ben kıyıdayım ama sen derinlere dal. Ben, bu yalnızlıktaki ağırlığımla yerimden kımıldayamıyorum, ama sen kendi sohbetinin derinliklerindeki ağırlığını hissetme. Bakma bana, beni dinleyen de yok, bana laf atan da yok, halimi hatırımı soran, hiç yok.

Sana diyorum ama ben de kendimle sohbet ediyorum. Şimdi sonbahar, hüzün zamanı, denizin rengi bu yüzden gri, kıyının rengi de gri! Ben, zaten griyim….

Oysaki ilkbahar da benim için hüzün zamanı, çünkü aynı renkteyim. Çünkü yalnızım. Ama sen yalnız olma. Deniz kıyısında dolaşırken bana bak ve beni hatırla, griyi terk et. Yalnızlığımı hatırla ve yalnız olma benim gibi.

Denizin dalgalarından bir ritim oluştur ve bu senin besten olsun. Çal çalabildiğin kadar. Çünkü o senin ritmin, senin besten, ruhunun ritmi yalnızlığına izin vermesin.

Benimle sohbet et demeyi de çok isterim ama konu yalnızlık olmasın. Terk et griyi, terk et sonbaharı ve tüm hüzünleri…. Demem o ki terk et yalnızlığı….


Fotoğraf : Bülent Özgören
Yazı : Ayşe Sönmez / 03.09.2023 Datça / Palamutbükü

Melih Sular - Aydanur Atamdede - Beton Şehir

Melih Sular

BETON ŞEHİR

Kolay zengin olmanın en iyi yolunun tarlalara, parklara, boş alanlara, beton dökmek olduğunu varsayan rant merkezli anlayış nedeniyle gökdelenlerin istilasına uğradık.

Toprak Koruma Kurulu kararlarına rağmen, tüm ülkece betonlaşmaya teslim olmuş durumdayız. Gıdaya, yeşile, temiz su ve havaya ulaşımımız gitgide azalıyor.
Çok değil, yirmi, otuz yıl öncesine kadar, İstanbul’un birçok semtinde bostanlarda yetiştirilen sebzeler semtin adıyla anılırdı. Tuzla Bamyası, Bayrampaşa Enginarı, Çengelköy Salatalığı, Arnavutköy Çileği gibi.

Şimdilerde bırakın bostanı, bir santimetre kare toprağa hasret, beton sitelerdeki teras bahçelerinde, balkonlarda, saksı içinde domates, maydanoz yetiştirmeye çalışılan, doğadan ve doğaldan uzak insanlar olduk. Özellikle, çocuklarımızın hafızasında toprak, ağaç, tarla, çayır yok. Betonda doğdular, betonda yaşıyorlar.
İnekleri bile, Milka ineği gibi mor renkli sanan çocuklar onlar. Bahçedeki erik, kiraz, dut ağacına çıkmanın, dalından meyve yemenin keyfini hiç tatmamış, çayırlarda koşamamış, hayata katılamayan, dijital yaşayan, betonların içine hapsolmuş çocuklar onlar.


Fotoğraf : Melih Sular
Yazı : Aydanur Atamdede

Çerkes Karadağ - Serra Kemmer - Yüzsüz

Çerkes Karadağ

YÜZSÜZ


Yüzüne bakmaya yüzüm yoktu.

Yüzsüz yüzüme bakmanı istiyordum oysa.

Sonunda başardım.

Fotoğrafçı oldum.

Yüzüme baktın.

Ne sen beni gördün, ne de ben seni.

Yüzünü başucuma astım.



Fotograf : Çerkes Karadağ

Yazı : Serra Kemmer



Prof.Dr. Emre İkizler - Hasan Çalıkuşu - Kafam Takıldı

Prof.Dr. Emre İkizler

KAFAM TAKILDI

Neredeyse ayaklarımın üstüne dikildiğimden beri futbolu çok severim. Birkaç çocuk bir araya geldiğimizde, etrafımızda yuvarlanabilecek ne varsa topumuz o olurdu.

En yakındaki düzlükte, bulduğumuz birkaç iri taş ile kalelerimizi yapar, üç beş kişilik takımlarımız seçer ve başlardık topun peşinde koşmaya. Top nereye, hemen hemen bütün çocuklar oraya. Topun çevresine üşüşürdük. Top, bir oraya bir buraya yuvarlandıkça, bütün enerjimizi harcar, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık. Eve, toz toprak ve kan ter içinde gelince, bir güzel de azar işitirdik.

Biraz daha büyüdükçe, gerçek topumuz olmaya başladı ve futbolla ilgili bazı taktik ve kuralların olduğunu anlamaya başladık. Çocukluğumuzdaki güle oynaya, bağıra çağıra zevkle oynadığımız oyun, artık daha ciddiye alınması gereken bir hal aldı. Bunları öğrendikçe ve güçlü rakip takımları yendikçe, futbolun ne kadar zevkli bir oyun olduğunu anlamaya başladık.

Artık harçlıklarımızı, hafta sonu maç için hazırlanacağımız mahalle kulübünde harcamaya başladık. Saha parası, forma parası, hakem parası, kulüp kirası, antrenör parası derken, bizim harçlıklar buhar olup gitti. Her geçen gün de daha fazla zaman ve beden gücü harcamaya, daha çok antrenman yapmaya ve daha çok para harcamaya başladım.

Bir zaman sonra, maddi olanakların sınırına ve karar vermek için bir yol ayrımına gelmiştim. Ya futbola daha fazla zaman ayırıp, tüm dikkatimi futbola verecektim, ya da bilindik okul eğitimimi aksatmadan devam edecektim.

Gerçeklere doğru yönden bakmak, gerekirse olumlu ve olumsuz tarafların bir muhasebesini yapmak gerekiyordu. Futbola karşı öyle aşırı bir yeteneğim yoktu, fizik yönden de önde giden değildim. Diyelim ki devam ettim, o zaman masraflarımı nasıl karşılayacaktım. Diğer yönden açıkçası futboldan da soğumaya başlamıştım. Maçlarda hakemlerin haksız ve yanlış kararları, hele hele taraf tutması, beni çileden çıkarıyor, ama bir şey diyemiyordum.

Sonuçta futbol oynamayı bırakarak, sadece izleyici olmaya karar versem de yine başka tuzakların ve tutsaklıkların peşinde koştuğumu bir süre sonra anlayacaktım.

Futbol aşkı ve sevgisiyle yatıp, kalkan kitlelerin, gerçekte ekonomik veya siyasal alanda bilinç ve algı yönetiminde kullanıldıklarını, kültürel ve sosyal altyapı yoksunluklarını unutarak, övünme ve taraftarlık gibi soyut değerlere bürünerek, yoksulluğu kabullenme modunda olduklarını ve futbol endüstrisi için sadece tüketici olduklarını asla fark edemediklerini gördüm.

Günümüzdeki futbol kafasının artık kirlenerek, seyirciden kulüplere, yöneticisinden futbolcusuna, hakeminden bahis şikesine kadar uzanan bir sorunsala uzandığı söylesek yanılmış olmayız.

O yüzden kafaya topu takmamak beni daha mutlu edecek artık.

Fotoğraf : Prof.Dr. Emre İkizler
Öykü : Hasan Çalıkuşu

Gılcan Mete Delibay - Gülçin Demirci - Seyirci

Gılcan Mete Delibay

SEYİRCİ

Yalnız adam, genç aşıklara bakarken üniversitede aşık olduğu kızı hatırladı. Onu ilk defa okulun kantininde görmüş, anfide sessizce arkasındaki sıraya oturup dersi boş vermişti. Sonraki günlerde ona yakın nereyi bulabilirse oraya oturmayı alışkanlık haline getirmişti.

Saçlarını geriye attığında, arka sıraya gelen şampuan kokusunu hatırladı. O kokuyu duyduktan sonra, marketlerin şampuan reyonlarında günlerce aramış, bulduğu gün, çocuklar gibi sevinmişti. Sonraları, uzun süre aynı şampuanı kullanmıştı.

Kız, etrafı insanlarla dolu, neşeli, gürültülü kızlardandı. Yalnız yakalayıp baş başa iki çift laf etmek kısmet olmamıştı. Yaklaşmak için uygun bir an kollarken, pervasız ve yakışıklı bir tip kızın aklını çoktan çelivermişti.

Aynı önündeki gençler gibi, birbirlerine sarılmalarını uzaktan hüzünle izlemişti seneler önce. Zamanında yakınına gidemediği için bir daha yaklaşmayı denememişti. Zaten onlar da iyi anlaşmışlar ve okul bitene dek ayrılmamışlardı.

Mis kokulu kız, yakışıklı ve pervasız çocukla evlendi. İki çocukları oldu.

Gizli aşık ise, bu çekingenliğiyle sonunda görücü usulü evlenmeye razı oldu. İki çocukları oldu.

Sigarayı bırakmamış olsaydı, yakardı bir tane şu hayatta oyuncu olamayıp izleyici kaldığı gerçeğiyle başa çıkabilmek için. Onun yerine daha tehlikesizinden sade bir kahve söyledi.

Hayatının büyük bir kısmını risk almayıp, bekleyerek, sabrederek, başkalarını düşünerek geçirmişti. Bundan sonra değişmek için ne gücü ne de isteği vardı.

İzlemeye devam edecekti.


Fotoğraf : Gılcan Mete Delibay
Öykü : Gülçin Demirci - 18.10.2023


Cengiz Karlıova - Hüseyin Kekiç - Kırık Bir Öykü

Cengiz Karlıova

KIRIK BİR ÖYKÜ

- Kolay gelsin ustam.

Büyük kayaya sapladığı kamaları balyozuyla dövmeyi bıraktı önce. Sonra, gömleğinin yakasına astığı mendilini alıp, avuç içiyle alnında ve yüzündeki terlerini sildi.

- Bana kolay gelir de, ne işin var senin buralarda şehirli?
- Sorma be ustam. Sanırım ben yolumu kaybettim. Buralarda kalbi kırık bir çoban hikayesi var dediler de...
- Ne yapacaksın ki kalbi kırık çobanın hikayesini?
- Ben öykü yazarım da, belki kurgulayıp, bir kitabıma eklerim dedim. Bilir misin ustam sen bu hikayeyi?

Balyozunun sapına yüklenerek, iki adım arkasına döndü. İki taşın arasındaki ateşin üzerinde, isten kararmış demlik ile, iki küçük çay bardağını çalkaladı. Eli ile, üzerinde kirli bir çul olan taşı göstererek,

- Gel otur dedi, uzakta durma.

Şimdi yanıma oturacak, derin bir nefes çekip, çayını yudumlarken hikayeyi anlatacak diye kayıt cihazımı ve not defterimi açtım.

- Bak genç adam dedi, sağ elinin, baş ve işaret parmaklarıyla sararmış, tozlu bıyıklarını sıvazlarken.

- Ben kırma ustasıyım. Böyle koca koca kayaları kırarım her gün...
- Ne güzel işte, ben de kalbi kırık çoban hikayesini bir kırma ustasından dinle...
- Sen beni hiç anlamadın şehirli diyerek kesti sözümü. Ben ve benim gibi taş kırıcılar, sadece kayaları kırarız buralarda, dilim dilim, dümdüz. Kalp kırmayı da, kalbi kırık insan hikayelerini de siz şehirliler bilirsiniz ancak.

Çay demli, hava sıcak, usta terli, ben kederli, kaldık öyle.

Fotoğraf : Cengiz Karlıova
Öykü : Hüseyin Kekiç / 06.08.2023

İlyas Göçmen - Tomris Sarhan - Manken

İlyas Göçmen

MANKEN

Tren hızla yol alıyordu. Bir ara makas değiştirirken yavaşladı. Bu arada ben ters yönde oturduğum için, karşımda oturan kadının neye bakıp heyecanlanarak bağırdığını anlamamıştım. Tren tekrar hızlanınca çayırda atılmış cansız vitrin mankenini gördüm. Kadıncağız, “Bu benim mankenim, bu benim dükkanımın mankeni” deyip ağlamaya başladı.

Yan tarafta oturan daha genç bir kadın koşarak geldi ve ağlayan kadını sakinleştirmeye çalıştı. Kadıncağız şiddetini artırarak ağlamaya devam etti. Yerimden kalkmak üzereydim ki yardıma gelen kadın, kendini takdim ederek, yanımdaki boş yere ilişerek oturdu. O da ağlamaklı bir durumdaydı. Meğer, bu iki kadın birbirleriyle elti olurlarmış.

Kriz geçirerek ağlayan kadının Bulgaristan'da giysi dükkanı varmış. Dükkanın alt katındaki deposunda, vitrinde sergilemek üzere çeşitli vitrin mankenleri bulunurmuş. Geçtiğimiz çayırda gördüğümüz manken de Aysel hanıma o günleri hatırlatmış.

Şimdi bir otelde temizlik işçisi olarak çalışıyormuş ve bu Aysel hanımın çok ağırına gidiyormuş. Elti olan kadın, daha genç ve hamileydi. Nereden nereye, mübadil olmak çok zor bir olay. İnsanları yerlerinden etmek bence çok kötü bir deneyim. Aysel hanımın iki oğlu da burada teknik üniversiteyi kazanmışlar. Büyük olan Erdal, son sınıfta, küçük olan oğlu da ikinci sınıftaymış. Bana bunları elti olan Mine hanım anlattı. Benim merakla dinlediğimi görünce herhalde açılmak istediler.

Ben o sırada Pendik'te oturuyordum. Onlar da Pendik'ten iki durak sonra ineceklerini söylemişlerdi. Hayatımızda karşılaştığımız bazı olaylar bizlere öylesine tesir ediyor ki üzerinden kaç sene geçse unutamıyoruz.

Fotoğraf : İlyas Göçmen
Öykü : Tomris Sarhan



Buket Özatay - Erhan Demiralp - Pazartesi

Buket Özatay

PAZARTESİ

Dişlerini fırçalarken bir yandan da aynada kendisi ile konuşuyordu.

Yarın farklı olacak, kesinlikle telaş yok. Sabah giyeceklerimi ve çantamı hazırladım. Telefonumun şarjı, tamam. Metro kartım da burada. Yarın farklı olacak, kesinlikle telaş yok.”

Diş fırçasını kutusuna koydu, ağzını çalkaladı, yüzünü yıkadı, havluya kurulandı. Bir kez daha sabah giyeceklerini kontrol ettikten sonra odasına geçti, ışığı kapatıp yatağına uzandı.

İşe başladığından beri, her Pazar akşamı yaşanan bu sahne, artık sıradan bir hale gelmeye başlamıştı ve ah! o Pazartesi sabah koşturmacası. Alel acele giyinmeler, makyaj, hızlıca evden çıkış ve metroya yetişme çabası…

Pek çoğumuzun “Pazartesi Sendromu” olarak adlandırdığı hafta başı stresini, bazı uzmanlar, aslında Pazar gününün “Tatil bitiyor, yarın iş başı” düşüncesi ile huzursuz geçtiğini ifade ediyor.

Freud, bu sendromu değil ama depresyonu, “sevilen değer verilen bir nesnenin kaybı” olarak tanımlamış. Tatil günleri; yoğun ve yorucu iş günlerinden sonra, hepimizin sevdiği, keyfini çıkarmaya çalıştığımız günler değil mi? Pazartesi’nin ardından, hemen Cuma ve Cumartesi günlerinin yetişeceği ve tatile kavuşulacak düşüncesi neyse ki depresyona varmadan, küçük telaşlarla haftaya başlatıyor.

Gözlerini açtı, ani bir refleks ile saate uzandı. Saat, henüz çalmadan, hadi uyan artık demeden kendisi uyanmıştı. İki elini birleştirip, parmaklarını birbirine geçirerek arkasına doğru vücudunu esnetti. Yüzüne bir tebessüm kondurarak, yatağından süzüldü. Elini yüzünü yıkadı, kıyafetlerini giyip, makyajını yaptı. Yüzündeki tebessüm devam ediyordu ve aynaya bakarak, kendisine dün gece verdiği sözü tekrarladı.

Bugün farklı olacak, kesinlikle telaş yok.”

Evet, bugün telaş yoktu. Kişisel disiplinine ve programlarına aksatmadan uyacağı konusunda kendine söz verdi. Çantasını aldı, daire kapısını kilitleyip sokağa çıktı. Metro istasyonu, evine çok yakındı. Yürüyerek istasyona vardı. Tren hareketlerini gösteren elektrikli panoda, gelen tren bir dakika yazıyordu. Her sabah, telaşla koşarak bindiği trenden bir öncekiydi. Yetişmek için koşmaya başladı; ancak bu sefer telaş yoktu! Çevresine şöyle bir bakındı, içinden haykırdı.

Yarınlar farklı olacak!”

Fotoğraf : Buket Özatay
Öykü : Erhan Demiralp / 8 Eylül 2023 Cuma, Üsküdar

Ali Var - Baytekin Kara - Meme ve Pipi İçindir

Ali Var

MEME VE PİPİ İÇİNDİR

Çocukluğumun mahallesinden bütün kadınları hatırlıyorum, erkeklerin bazılarını. Niye böyle diye çok uzun süre düşündüm, farkettim ki kadınlarımızın hepsinin kendine ait özel lezzetleri var, unutamadığım bu lezzetlerin sahipleri onlar. Erkeklerin de daha çok becerikli olanları aklımda kalmış, yapabildiği bir şeyle diğerlerinden farklı olmayı başaranlar.

Üzerinden altmış yılı aşkın zaman geçmiş, halen mahallemizin kadınlarının bir çoğunu sayabiliyorum.

Hasret'lerin büyük avluda kışın, ayazlı ve karlı gecelerde tel tel çekilirdi. Tel tel işi meşakkatli bir iştir. Ağdayı kopardın mı yandın, hadiii yeni baştan. Ve takım oyunu gerektirir. Çepeçevre saracaksın büyük sofranın etrafını, kavrulmuş unun üzerinde simit haline getirilmiş ağdayı çeviren giderek çoğalan ellerden biri olacaksın, yandaki ile uyumu gözeteceksin. Tel telle andığım çok isim var. Fikriye Yenge, Satı Hala, Melahat Abla. Gençlerden Mahmur, Seyhan, Aliye.

Ilımış'ın turşusu, kuru fasulyeyle iyi giderdi. Bibimin lahana turşusu, kütür kütür daha çok hamur işlerine eşlik ederdi.

Ilımış'ın çok küçük bir bahçesi vardı, kasabaya bir hayli uzak. Eline ayağına hiç üşenmez, her gün bu bahçenin verimliliği ile uğraşırdı. Geçim derdi, elbette uğraşılacak, orada üretilen her şey turşuya konulamayacak kadar kıymetliydi. Turşuya, bahçe bozumunda geri kalanlar bile yeterdi. Biz de nasiplenirdik.

Fehmiye Teyzem, hamsi kuşunu acayip yapardı. Koca mahallede kimse uğraşmazdı hamsinin kılçığını ayıklamayla, bir tek o tek tek uğraşırdı.

Türkan Yengemin yaprak sarmada üzerine yoktu. Doğruya doğru, lahana sarması için gidilecek kapı Terken'lerin Ayşe'nin kapısıydı.

Haşhaşlı çöreklerin burma olanını Tokur'un Aysel iyi yapar, gül gül olanını ise Naime Teyzem.

Su böreği için, Mahire Halayı en başa koyarım.

Devam edebilirim, liste uzar. Hemencecik bir çırpıda hatırladıklarım benim on numara beş yıldız listem oluşturuyor.

Mahallemizin akşam yemeklerine yakın saatlerinde, elinde sahanlar ortalıkta dolaşan çoçuklar ve kadınlar görürdünüz. Kokusu paylaşılmışsa, tadımlık da olsa paylaşılırdı. Kızların memeleri şişmesin, oğlanların pipileri düşmesin diye böyle yapıldığı söylenirdi.

Ben bu yaşıma geldim, işte bu yüzdendir hiç memesi şişen kız, pipisi düşen oğlan görmedim.

***

ALİ VAR

Ali Var, çok özel bir insan. Kendisini fotoğraf dünyasından dostum Tahir Ün kanalıyla tanıdım. ANAFOD'da konuğumuz oldu ve fotoğraf çalışmalarını bizimle paylaştı.

Ali'ye, yirmi beş yaşında ALS teşhisi konulur ve üç yıl ömür biçilir. Kısa bir sürede vücüdunun neredeyse hiç bir yerini kullanamaz hale gelir.

Umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen, rahatsızlığı nedeniyle ellerini kullanamayan, yürüyemeyen, konuşamayan ve tüm ihtiyaçları ailesi tarafından karşılanan Ali Var, yaşama tutunmak ve ALS hastaları ve tüm engelliler için ‘farkındalık yaratmak’ amacıyla fotoğraf çekmeye karar verir.

Ali, 2010 yılında tüm ailesinin bir arada olduğu sırada ayak başparmağını kullanarak ilk fotoğrafını çekti. Daha sonra Tahir Ün ile tanıştı. Fotoğraf tutkusu ile birbirlerini kardeş ilan eden Tahir Ün, Ali’nin daha iyi fotoğraflar çekmesi için tekerlekli sandalyesine özel bir düzenek kurdu. Çekeceği fotoğrafın kadrajını kendi yapan Ali’ye ailesi ya da yakınlarından biri deklanşöre basarak yardımcı oluyor.

1+40 Ali” projesini oluşturma fikri doğdu. 2012 yılında ALS hastalığıyla ilgili ödüllü “3 Harf” belgeselinde yönetmen Suha Arın ile çalıştı. 2014 yılında Tahir Ün ile birlikte “1+40 Ali” projesi tamamlandı. Bu çerçevede kataloğu da basılan çalışma için kendisinin de katılımıyla çok sayıda etkinlikler gerçekleştirildi.

2017 yılında Tahir Ün’ün ödüllü kısa filmi “Baba Dili”nin de ana karakteri oldu. Ali Var, fotoğrafın yanısıra şiir ve kısa oyunlar (skeç) yazmaktadır. Bizzat sahneye koyarak yönettiği skeçler amatör oyunculuk yapan ALS hasta yakınları tarafından çeşitli toplantılarda oynanmaktadır.

Ayrıca, bir aktivist olarak, 2019 yılında ALS hastalığı ve engellilik konusunda farkındalık yaratmak, bir sulak alan olarak kuş cenneti olma özelliğini koruyan Gediz Deltası için duyarlık oluşturmak amacıyla flamingolarla birlikte uçtu.

Bir süredir, evinde nude fotoğrafları çekmekte ve bununla ilgili bir kitap ve sunum hazırlama çabasındadır.

Tahir Ün, “Ali Var, fotoğrafın ayak başparmağıyla deklanşöre basmak olmadığını biliyor, iyi görmek ve doğru göstermek olduğunun bilinciyle üretiyor. Aklı ve gözleriyle fotoğraf çekiyor. Ali ile çalışmaktan büyük gurur ve mutluluk duyuyorum” diyor.

Ali, fotoğraf dünyamıza yeni ufuklar ve yaklaşımlar getiren biri.

2019 yılında “YAŞAMA FOTOĞRAF ile TUTUNANLAR“ kategorisinde “2019 TFSF ÖDÜLÜ”ne layık görülmüştür.


Fotoğraf : Ali Var
Öykü ve Yazı : Baytekin Kara



Sadık Üçok - Aydanur Atamdede - Zıvana

Sadık Üçok


ZIVANA

Doğduğu bu şehirde yabancı hissediyordu kendini. Nasıl da değişmişti her şey. Yeni iskeleler yapılmıştı. Ne çok taşıt vardı denizde. Eski kuğu gibi süzülen vapurlara ne olmuştu. Sevimsiz, ütüye benzer vapurlar ve balıkçı teknesinden bozma motorlar, denizi ne zaman istila etmişti. Hal binasının yerindeki tiyatro ve konservatuara baktı şaşkın şaşkın. Tramvay durakları ise yerini metro istasyonlarına bırakmıştı.

Ya insanlar…

Hepsinin acelesi vardı, oradan oraya hızlı adımlarla koşturan, başlarını cep telefonlarından kaldırmadan hatıra fotoğrafı çektiren her milletten insanlar…

Memlekete döner dönmez ilk işi Kadıköy’e gelmekti. Siyasi yasaklı günlerinde memleket hasreti çekerken, eşe dosta anlattığı o güzelim tarihi yarımadaya.

Hiç alışamam dediği gurbete alışmıştı alışmasına da İstanbul hep gözünde tütmüştü. Öncelleri, siyasi yasaklı olduğu için, sonra da, işler güçler, evlilik, çocuklar derken, akıp giden yıllar içinde bir kez bile İstanbul’a gelememişti.

Babası mesai dönüşü, sahilde yan yana dizili balıkçı kayıklarından o zamanlar Marmara’da bolca çıkan kefal, lüfer, palamut, kalkan, sardalya alırdı. Hemen arkada hal binası, onun biraz ilerisinde tramvay durakları vardı.

Babası trafik polisiydi, şimdi İş Bankasının olduğu meydanda, o zamanlar ismini bilmediği beyaz bir silindirin içinde, arabalara yol gösterirdi babası. O silindirin isminin zıvana olduğunu ve
”beni zıvanadan çıkarma” deyiminin de oradan geldiğini çok sonraları öğrenmişti.

Gülümsedi, etrafındaki kalabalığa aldırmadan, yavaş yavaş yürürken kendi kendine mırıldanıyordu.

Ben buraya uzun yıllar gelmesem de o zamana ait her şeyi zihnime kazımışım. Bu insanlar, etraflarında olup bitenle, yaşadıkları yerlerin farkına varmadan böyle hızla geçip gittikleri için, yıllar sonra zihinlerinde bir iz kalmayacak...


Fotoğraf : Sadık Üçok
Öykü : Aydanur Atamdede / Ağustos 2023


Bekir Tuğcu - Erdal Gömceli - Bütünün Parçası

Bekir Tuğcu

BÜTÜNÜN PARÇASI

Kürek takımı olarak şampiyon olmuştuk. Kupa ve ödül töreninden sonra babam “Bu şampiyonluğu akşam ailece yemekte kutlayalım.” dedi.

Takım arkadaşlarım ve yöneticilerimle beraber yaptığımız kutlama sonrasında akşamüstü eve geldiğimde annem, babam ve kız kardeşim, en güzel kıyafetlerini giymiş, beni bekliyorlardı. Hemen bir duş alıp, ben de hazırlandım ve beraber evden çıktık. Yemek siparişlerimizi verdikten sonra annem “Nasıl sporcu olduğunu hatırlıyorum da, o zamanlar bu noktalara geleceğini, kürek milli takımına seçileceğini söyleseler inanmazdım.” dedi.

Her şey ortaokula başladığım sene matematik öğretmenimin dikkati sayesinde başladı. Okullar açıldıktan birkaç hafta sonra öğretmenim bana, “Veline söyle yarın okula gelsin. Onunla görüşmek istediğim konular var.” dedi. Akşam babama söyledim. Ertesi gün babamın işi olduğundan annem okula gelmişti. Öğretmenim anneme; dikkat eksikliğim olduğunu, derse konsantre olmakta zorlandığımı belirterek, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu konusunda bir psikoloğa götürülmemde fayda olduğunu söylemişti. Annem ve babam öğretmenin tavsiyesini dinleyerek, beni bir çocuk psikoloğuna götürdüler. Psikolog birkaç seanstan sonra, bende dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olduğunu, bunun için terapilere devam edilmesi gerektiğini, ama öncelikle bir nöroloğa da görünmem gerektiğini belirterek, dikkat eksikliği için ilk etapta sevdiğim bir spora yönlendirilmemi önerdi.

O hafta sonu, Sapanca Gölü’ne gezmeye gitmiştik. Orada kürek sporuyla uğraşan ekibi görünce, yanlarına gitmiş, bu sporla ilgili sorular sormaya başlamıştım. Beni en çok etkileyen özelliklerinin başında, kürekçilerin yarış anında rakipleri ve hedeflenen noktayı görmeden, sadece ekip olarak birlikte aynı ritimde kürek çekmeleriydi. Bunun yanında özgüven ve motivasyon düzeyinin artmasına da destek olduğunu söylemişlerdi. Dönüşte babama kürek sporunu çok sevdiğimi, bu sporla uğraşmak istediğimi söyledim. Babam da “Neden olmasın? Ben yarın bu konuyu araştırırım.” dedi. Hafta içinde babamla beraber kürek kulüplerinden birine gittik. Kısa bir görüşmeden sonra kaydımı yaptılar ve hafta sonu başlayabileceğimi, önce teorik bilgiler verilip, ilerleyen dönemlerde de kürek çekmeye başlayacağımı söylediler. Daha bir hafta önce bu sporla ilgili hiçbir bilgim ve düşüncem yokken, birden kürekçi oluvermiştim.

Nöroloğa gittiğimizde, yapılan tetkiklerin sonucunda, bende demir eksikliği olduğu, buna bağlı olarak dopamin seviyemin düşük olduğu, bunun da dikkat eksikliği ve konsantrasyon problemlerinin nedeni olabileceği söylendi. O dönemde hayatımda ilk defa duyduğum dopamin, beyin nöronları tarafından salınan bir nörotransmitermiş. Yaratıcılığımızda, odaklanmamızda, keyif ve zevk almamızda büyük rol oynarmış. Abur cuburu çok sevmem, sebze yemeklerinden uzak durmam, düzensiz beslenmemin sonucunda oluşan demir eksikliği giderildiğinde, dopamin seviyem de normale dönmüştü. Bununla beraber dikkat eksikliği problemim de ortadan kalkmıştı. Ama o dönemden devam eden tek şey bana ekip ruhunu ve motivasyonun önemini anlatan kürek sporu olmuştu. Artık bir bütünün parçasıydım.


Fotoğraf : Bekir Tuğcu
Öykü : Erdal Gömceli – 24.10.2023

Murat Harmanıklı - Gamze Doğru - Hiç

Murat Harmanıklı

HİÇ

Bilmediğim bir şehrin, hiç bilmediğim bir caddesinin tam ortasındayım.
Kıpırtısız, eylemsiz.

Duruyorum.
Yağmur damlaları yüzümü ıslatıyor.
Duruyor ve sağımdan, solumdan, önümden, arkamdan akan hayatları hissetmeye çalışıyorum.

Hangisi gerçek, hangisi değil.
Hangisi var, hangisi yok?
Gözümü kapatıyor ve telaşlı adımların ıslak kaldırımlardaki sesini dinliyorum.

Bu telaş!
Bir yerlere bir şeylere yetişme telaşı, sanki yarın olmayacakmışçasına.
Kurulmuş bir saatin tik takları tam da yarın duracakmışçasına.
Ah bu telaş!
Sonu gelmeyen…

Yağmur şiddetini arttırıyor.
Açılan şemsiyeler, sıklaşan adım sesleri, kornalar, açılan-kapanan otomobil kapıları, bağırış, çağırış.
Bütün sesleri tek tek ayırt edebiliyorken birden hepsi toplanıp uğultuya dönüşüyor zihnimde.
Kör karanlık bir uğultu.

İçim sıkılıyor, nefesim daralıyor.
Bir kuş cıvıltısı duysam belki kendime geleceğim.
Ya da bir ateş böceği görsem…
Yüzüm, saçlarım sırılsıklam.

Aldırmıyorum.
Bir an, sadece bir an “yaşamak istiyorum“ diye bağırmak geliyor içimden.
Tıpkı şairin dediği gibi : Bir sincap gibi mesela “

Burada, bilmediğim bu şehirde, hiç bilmediğim bu caddenin ve onca kalabalığın tam ortasında, hem çok yakın, hem herkesten çok uzakta sadece duruyorum.
Duruyor ve dinliyorum.
Kocaman, gri bir canavarın dişlerinde öğütülen hayatlarımızın sesini dinliyorum.
Kurgulanmış hayatlar akıyor sağımdan, solumdan.

Birbirinin tıpatıp aynısı.
Binlerce, onbinlerce maske, rengarenk, görevini kusursuzca yapan.
Uzaklaşan, yaklaşan, hızlanan, yavaşlayan adım seslerine karışan korna sesleri, bağırış, çağırış.
Bütün sesler tek bir uğultuya dönüşürken kulaklarımda, görüntüler de gittikçe bulanıklaşıyor.
Şemsiyemi açıp telaşlı adımlara kendi adımlarımı uydurarak bilmediğim bu şehrin, hiç bilmediğim bu caddesinin tam ortasından hiç bilmediğim bir yöne doğru yürüyorum.

Adımlarım sıklaşıyor.

Korkuyorum.
Kaçarcasına koşmaya başlıyorum.

Yağmurun sesi karışırken adım seslerime, önce bacaklarım, kollarım, bedenim sonra yüzüm bulanıklaşıyor…


Fotoğraf : Murat Harmanıklı
Yazı : Gamze Doğru