Gonca Soysal - Hasan Çalıkuşu - Tutsak Atlar Ülkesi

Gonca Soysal


Akıl verilerek yer, gök ve suların emanet edildiği insanoğlu; doğaya özen göstermeyince, evrenin yüce yaratıcısı Kayra Han bereket tanrıçası Umay Ana’ya dünyanın yeniden yoğrulmasını buyurdu. Kayra Han çok kızmıştı ve Kübey Ana’ya da kaosa sebep olan insanlar için hüküm vermesini istedi.

Kübey Ana, bundan böyle insan soyuna ruh vermedi. Gebe kadınlar saç yoldular, yüz yırttılar, en acı saguları çığırdılarsa da yakarışlarını duyan olmadı. Tanrılar insanlığa sırtını döndü. Göz açıp kapayana kadar, bir nesil sonra tükenen insanoğlunun son bedeni ölüler tanrısı Erlik'e devrilince, diğer canlılar tutsaklıktan kurtulma ve tekrar geri kalan doğal yaşam alanlarına dönme yolunu aramaya başladı.

Vahşi hayvanların tanrısı Izıh, son yüzyılda atların uğradığı zulme, aşağılanmaya çok üzülmüştü. Atların asalet ve hassasiyetini, güç ve zarafetini bilen Izıh, onları yeniden özgürlüğüne kavuşturmak istiyor, toprak ve bozkırların tanrısı Boz Tengri’nin kucağına salmak istiyordu. Ama bu hiç de kolay değildi.

Atların soylu lideri Başat, insanların boyunduruğundan kurtulmasına rağmen, diğer atlarla tutsak olduğu sarp dağları, dikenli ağaç ve dev çalılıkları nasıl aşacağını bilemiyordu. İçinde bulundukları otlaklarda karınlarını doyuracak kadar ot bulsalar da sıkışıp kalmışlardı. Sayıları her geçen gün arttığından otları gittikçe azalıyor, temiz su bulamıyorlardı.

Soylu lider Başat, bütün tanrılara yalvarıp yakardı, en güçlü aygır ve güzel kısraklar tanrılara oyunlar sergilediler. Hünerli atlar, en zarif hareketlerini yaptılar, gösterişli şaha kalkıştılar.

Toplu geçit merasiminde bölük bölük rengarenk genç atlardan oluşan sürüler, en yavaş ve sakin, kısa ve uygun adımlarla adeta ritminde çayırda yürüdüler. Su gibi yavaşça akıp giderken atların yele ve kuyrukları zarif vücut hareketleri ile kendiliğinden salınıyordu. Atlar çayırdaki çimenlere sanki hiç basmadan süzülüyormuşcasına giderken, topraktan zerre kadar toz kalkmıyordu.

Arkadan seke seke tırıs yürüyerek gelen atlar kavisli boyunları, gergin ve sabit başı, ritmik çapraz ayak vuruşları, salınımlı gövdesini takip eden tel tel ayrılmış kuyruğu ile tanrıları hoşnut etmeye çalışıyorlardı.

Rahvan koşan soylu lider Başat'ın yaveri, atlar beden ve ruh enerjilerini zarafete devşirirken, bir sağdan bir soldan aynı taraftaki toynakları yerleri dövüyor, başları hafifçe aşağı yukarı güç üretirken gösterişli gövdeleri sarsılmadan sanki bir kuş gibi uzun kuyrukları ile yere paralel uçuyordu. Tanrıların sağında ve solunda yer alan anaç atlar hünerli taylarının bu güzelliğine göz süzerek nazlı nazlı bakıyordu.

Çimenlik boşaldıktan sonra en son geçen güç ve hız sembolü dörtnala koşan atlar, kuvvetli arka ayakları ile vücudunu ileri sıçratırken, ön iki ayaklarını sırayla yere değdirip yine ivme kazanmak için öne kadar gelen arka bacaklarıyla gövdelerini tekrar öne doğru fırlatmaktaydı. Atlar dörtnala giderken sürat ve enerjileri rüzgarla yarışıyordu.

Soylu lider Başat'ın arzusunu duyan atların, muhteşem gösterilerini beğeni ile izleyen tanrılar, atların asalet ve özgürlüğü için anlaştılar. Güneş tanrıçası Gün Ana, doğayı ısıtacak, ateş tanrısı Alaz, bir kıvılcım atacak, Yel Ana, bir rüzgâr çıkaracak, dikenli çalılıklar tutuşturulup bir geçit açılacaktı.

Birkaç gün sonra denildiği gibi oldu. Bir derbent boğazında tanrılar tarafından bir gece yalaza çalınan dikenli ağaç ve çalılıklar kavruldu. Sabaha karşı gün ağarmadan, için için yanan geçitten atlar tozu dumana katarak dörtnala sonsuz özgürlüğe koştular.

Fotoğraf : Gonca Soysal
Yazı : Hasan Çalıkuşu

Yücel Tunca - Şafak Hacaloğlu - Özlem

Yücel Tunca

ÖZLEM

Yaşadığımız yerde, denizin kokusu, kırmızı alabalığın yaşadığı dere kokusuna karışıyordu. Arkamızda, yeşilin her tonunun olduğu dağlar.

Evimizin yola bakan penceresinde, her mevsim pembe, beyaz açan sardunyalar vardı. Köprüden geçerek evimizin sokağına girdiğimde, sardunyaların arasından görürdüm seni.

Dikiş makinenin başında, elindeki işleri yetiştirmeye çalışırken, benim okuldan gelme saatimde kalkar, camın arkasından sardunyaların güzelliği ile gelişime bakardın.

Gözüm pencerede olurdu. Sardunyaların arasından seni görünce içimde kelebekler uçardı sanki. Sen açıyordun ya kapıyı, kışlar daha bir bahar oluyor, baharlar daha bir yeşil geliyordu.

Sen, benim çocuk mutluluğumu izlerken, ben sana neler hissettiğimi anlatabilseydim keşke…
Belki her şey daha farklı olurdu.

Sana dair ne varsa büyüttüm içimde, korudum sakladım.
Yokluğun, bahar ortası kış.
Sevinç sonrası hüzün artık.
Seni çok özledim anne…


Fotoğraf : Yücel Tunca / Anne Evinden Desenler - Dikiş Makinesi Örtüsü
Öykü : Şafak Hacaloğlu / Aralık 2023 

Abdulkadir Karataş - Ayşe Sönmez - Cazgır

Abdulkadir Karataş

CAZGIR

Ne zaman cazgır oldum ben de bilmiyorum.
Aslında biliyorum.
Çocukluğumda, bizim sokakta Yücel Teyze vardı.

Hah işte tam cazgır oydu.
Her hafta sokağımızdaki komşulardan biriyle mutlaka kavga eder,
çoluk çocuk demeden önüne gelene cazgırlık ederdi.
Biz çocuklar, ondan öyle korkardık ki, onu görünce yolumuzu değiştirirdik.
Bir gün, okuldan dönerken sokağıma girdiğimde bir de ne göreyim!
Yücel Teyze, annemle kavga ediyor.
Gözlerime inanamıyorum!
Ama annemin cazgırlığı Yücel Teyzeyi bastırıyordu, şaşırıp kalmıştım.
Ben de bir sevinç, bir mutluluk, bir tebessüm onları izliyorum.
Tabii ki annemin hamleleri Yücel Teyzeyi bastırınca mutluluğum göklere yükseldi.
Bir anda ikisinin de sesi kesildi.
Bir de ne göreyim!
Sokağın başında babam.
O gün işten biraz erken çıkmış.
Şaşırdım, şaşkınlığımın nedeni babamın erken gelmesi ve onların babamı görünce suskunluğu.

Babam anneme, hadi eve komutunu verdikten sonra,
Yücel Teyzeye de haydi hanım sen de evine bakalım deyince, 
cazgırlık bir anda bitti.

İçimden, tüh keşke devam etselerdi de acaba kim cazgırlığı kazanacaktı demeden kendimi alamadım.
O günden sonra ben de cazgır olmaya karar verdim.
Çünkü daha cazgır olan, Yücel Teyze karşısında kazanıyordu.
İçimden yaşasın cazgırlık dedim.
Ve ben de cazgır oldum.


Fotoğraf : Abdulkadir Karataş
Yazı : Ayşe Sönmez / 28.11.2023

Tolga İldun - Hüseyin Kekiç - Üçüncü Sayfa Haberi

Tolga İldun

ÜÇÜNCÜ SAYFA HABERİ

Ünlü iş insanı, dün gece ofisinde ruhsatlı tabancasıyla kendisini vurdu ihbarı üzerine, olay yerine intikal ettik. Ortada masanın sağ kenarına düşmüş, tabanca dışında herhangi bir not ya da iz yoktu.

Kanlar içindeki cesedin sol elinin parmakları arasında, bir fotoğraf duruyor ve fotoğrafın içinde beş genç erkek, bir göl kenarında yürüyordu.

Tipik bir üçüncü sayfa intihar olayı diye başlattığımız soruşturma, çok geçmeden bütün gazetelerin ana sayfasında sekiz sütunluk sürmanşet oluyor ve haberin alt başlığında, intihar eden iş insanının gençlik yıllarında hiç ayrılmadığı ve çok sevdiği dört arkadaşıyla birlikte yürüdüğü fotoğraftan bahsediliyordu.

Haberin devamı içinse, okurlar yine üçüncü sayfaya yönlendiriliyordu.

Fotoğraf : Tolga İldun
Öykü : Hüseyin Kekiç / 15.08.2023

Yusuf Tuvi - Gamze Doğru - Bir Oyundur Hayat

Yusuf Tuvi

BİR OYUNDUR HAYAT

Altmış dört siyah, beyaz kare ve otuz iki taş.
İlk hamleden sonra, altmış dört kare üzerinde açılan sayısız olasılık.

Tıpkı üzerinde var olduğumuz olasılıklar dünyası gibi…

Aldığımız ilk nefesten vereceğimiz son nefese kadar, bilinçli ya da bilinçsiz seçimlerimizin bu olasılıklar dünyasındaki bütün taşları her an yerinden oynatması, birbirinin içine geçmiş sayısız olasılığı biz farkında olsak da olmasak da önümüze sermesi gibi.

Tek bir hareketimiz; düşünmeden ya da düşünerek attığımız bir adım, ağzımızdan çıkan basit bir kelime, anlık bir öfke, şu yolu değil de bu yolu tercih etmemiz, o kapıyı değil de diğer kapıyı çalmamız gibi sonsuz sayıda kararımızın hayatımızı ne kadar değiştirebileceğini fark etmek son derece şaşırtıcı.

Tıpkı strateji oyunlarında olduğu gibi kendi hayatlarımızla ilgili bir karar alırken de onlarca hamle sonrasını görebiliyor muyuz!
Görebilseydik hayatımız şimdikinden farklı olur muydu!
Doğru taşı vakti geldiğinde oyuna sürebilir miydik!
Hangisi doğru taş, hangisi değil, karar verebilir miydik!

Sorular, sorular...

Hayat, biraz da böyle cevapsız bir yolculuk sanki.
Bir yanda kazanma arzusuyla yaptığımız hamleler, bir yanda ölüm...

Fotoğraf : Yusuf Tuvi
Yazı : Gamze Doğru

Ahmet Sel - Serra Kemmer - Moda'lı Melih Bey

Ahmet Sel

MODA'LI MELİH BEY

Moda’lıyım. Eczacıyım. Keman virtüözü olmak istedim. Eczacı oldum. Bir Ayşe’m var, bir de canım oğlum Aliş’im. Babadan kalma bir dükkanım var. Birkaç tane de şiir kitabım, gece yarıları evden koşa koşa gelip, dükkanda yazdığım. Çünkü mor mürekkepli dolma kalemim hep dükkanda durur. Neler gördüm neler geçirdim bu küçücük kocaman dükkanımda bilemezsiniz. Orada hazırlandım yaşamaya. Ve yaşadım da dolu dolu.

Kulis dediğim bir arka odam vardır. Orada ne ilaçlar hazırladım, ne güzel dostlar ağırladım yıllarca. Dünyanın en güzel müziğini de orada dinledim. Bilumum zehirli maddeleri okşaya, seve, koklaya insana şifa olacak hale getirdim. Bazen de hayvanlara şifa oldu hazırladığım ilaçlar. Şimdiki eczaneler birer kozmetik salonu olmuş diyorlar. Kremler hazır geliyormuş. Şimdi ne haldeler pek bilmiyorum, bakmıyorum geçerken, ama bir zamanlar eczaneler oyuncakçı dükkanına dönmüştü gerçekten. O hallerini gördüm, biliyorum. Ama artık doğrusu pek olan bitenle ilgilenmiyorum. Yüreğim dayanmıyor. 

Benim eczanem, eczane gibi eczanedir, eczadan başka bir şey sokmam içeri, dostlar hariç, Beethoven hariç. Onların her zaman başımın üstünde yeri var. Tozlarımı karıştırıp çoğu ilaçları taze taze yaparım. Fakültede öğrendiğim gibi titizlikle hazırlarım hepsini. Şişeye koyar bir de babadan kalma eczane mührümüzü basarım kapağına. İşte o an değmeyin keyfime. Kalbimin gümlemesini duyarım. İlacımı en iyi şekilde hazırladığımı hücrelerime kadar hissederim. Gururlanırım. İlacını gelip alamayan hastama da akşamları eve giderken bırakıveririm. Çünkü bilirim, ilaç tek başına yetmez iyileştirmeye insanı, gözlerinin içine bakarak, sımsıcak pamuk ellerle tutup hastanın ellerini, avucuna yerleştirmek lazımdır ilaç şişesini. 

Bizim Moda küçüktür, herkes birbirini tanır. Bir dost semtidir Moda. Şimdi biraz karıştı diyorlar. Bilmiyorum. Bana halen gelen geçen uğrar, hatırımı sorar. Dostlar gelir, dolup taşar kulisim, eczane saati bittikten sonra. Seyirciler dağılmış, perde kapanmıştır artık. Arkada kulisimize çekilir, söyleşir dertleşiriz. Bazen geç vakte kadar kalırım orada. Chopin’i dinlerim, Rachmaninov ile sohbet ederim. Mor mürekkepli dolma kalemim hep elimdedir, çünkü biliyorum en güzel o üç dizeyi halen yazamadım. Büyükada’da o sabah erken saatte aklıma düşen o üç dizeyi….

Bir gün yazacağım o üç dizeyi.
Ben yazamasam bile yazılacak o üç dize.
Kulağına fısıldadım Aliş’imin.
O biliyor.
Bir gün mutlaka yazılacak.

Fotoğraf : Ahmet Sel
Öykü : Serra Kemmer




 

Emrullah Eyvallah - Erhan Demiralp - An

Emrullah Eyvallah

AN

Sarı saçları ışık saçan kadın, öğlen güneşinin rehaveti ile bu sakin köşede kendisine ait zamanın keyfini çıkarıyordu. Aynasını eline alıp hafif bir gülümsemeyle iç geçirdi. Aynaya bir daha baktı, doğal güzelliğine hayranlığını başını sallayarak onayladı. İçindeki huzur ve mutlu yaşantısı, onun en değerli güzellik kaynağıydı.

Aynası, gözlerinin altını ve alnındaki kırışıkları yansıtsa da her yaşını, keyfini sürerek mutlulukla geçirmişti. Zamanın geçişini kabul etmişti. Yaş almanın; deneyimleri, kazanımları, güzelliğinden çok daha fazla duygular ifade ediyordu. Bulunduğu anı, yaşaması gerektiğini annesi öğütlemiş, sorumluluklarının bilinci ile ilke edinmişti.

Etrafından geçen insanlara baktı. Herkesin kendine göre bir derdi, bir sıkıntısı vardı. Ekonominin durumu, akaryakıta gelen zamlar, dünyanın içinde bulunduğu kaos gibi konular, onun da zihnini kurcalıyordu. Kadın, bu sıkıntıları kendi içinde hissetmeden edemezdi, ancak bu sıkıntıların onu ilkelerinden saptırmasına izin vermedi. O, bu konulara takılmak yerine, bu anı yaşamaya odaklıydı. Bu an, onun için bir hediyeydi ve bu hediyeyi en iyi şekilde değerlendirmeliydi.

Kadın, aynaya tekrar baktı. Kendini daha önce hiç bu kadar güzel hissetmemişti. İçindeki huzur ve mutluluk, yüzüne yansımıştı. Aynadan gözlerini ayırıp, başını gökyüzüne kaldırdı. Güneş parlıyordu, hava tertemiz ve serindi. Kadın, derin bir nefes aldı ve gülümsedi. Bu gülümsemede, geçmişin deneyimleri, bugünün mutluluğu, yarının umutları vardı.

Kendi kendine şöyle dedi:

"Hayat, güzelliklerle dolu bir yer. Yeter ki onları görmek isteyelim. Dışarıda, umutsuzluk ve karamsarlık var. Ancak, ben bunlara odaklanmayacağım. Ben, güzelliklere odaklanacağım. Kendimi ve hayatı seveceğim. Çünkü, ben bunu hak ediyorum."


Fotoğraf : Emrullah Eyvallah
Öykü : Erhan Demiralp / 17 Eylül 2023 Pazar, Üsküdar 

Eser Paşa - Baytekin Kara - Bacası Dumanlı Ev

Eser Paşa

BACASI DUMANLI EV

Kaçamaklarım. Benim küçük kaçamaklarım. Yok oluvermek çok kolay. Evin yan tarafındaki kanatlıdan bahçelerin başladığı, hemen ilerisinde bağların yer aldığı, derinliklerde göz açıp kapayıncaya kadar kayboluveririm.

Büyümeme hakaret geliyor, babannemin eli belinde tın tın hissettirmemeye çalışarak beni takip etmeleri.

Yahu bu nedir böyle başıma gelen, okuldan gelir gelmez, bir gölge oluşuyor sanki yanıbaşımda, ayrılmaz bir parçam, karşı mahallenin çocuklarıyla futbol maçı yaparken benimle, öze çimmeye giderken benimle, çelik çomak oynamalarımızda benimle, çember çevirmelerimizde benimle, misket artırmalarımızda benimle, aşık atmalarımızda benimle.

Bu ne ya, hiç büyüyemiyecekmiyim ben?

Yalnızlığıma sığınmak, gölgemden kurtuluşun bir yolu. Seviyorum kendimle başbaşa zamanları. Kendi kendime olmaların ev halinde kitaplar, her zaman yoldaşım. Evde çok kitap var. Kalınlar çok sevimli, beni sarıp sarmalayan değiller. Olsun, birkaç sayfasından sonra beni içine çekenler de az değil.

Sokak hali, başka koşuşturmalar. Önce bahçeden geçiş, bağ yollarından devam, şimşirin yol ayrımından sağa, mezarlığın üstü, kasabamızın tepelerinden biri. Bir yanı mezarlığa doğru, bir yanı kasabaya bakar. Mezarlık tarafında çok seyirlik yok. Kasaba tarafını seviyorum.

Yere yüzükoyun uzanıp, elleri çene altına alarak, çimenlere uzanarak, kasabayı gözetlemek müthiş keyifli. Her gün yeni bir keşfin peşinde koşmak. Keşfettiklerinin izini sürmek, tekrar tekrar aynı şeyin peşinde farklı yerlerde koşturmak. Ben bu dolaşmaların, bu yolculukların hastasıyım.

Bugün sarı sıcak günüm. Bakalım bakacağımdaki yüzlerce pencereden hangisi ilk sarı sıcaklaşacak. Mevsim sonbahar, akşam üzerleri serinleşiyor ve dumanlar tütmeye başlıyor bacalardan. Bugün şanşlıyım, mevsimin etkisiyle kavak ağaçlarının sararmaya başlayan yaprakları üzerinde ters ışık var, oluşan ve her an değişen renkler eşlik edecek ilk sarı sıcak pencereme.

Sağdaki ev kerpiç Mehmet'lerin, yanındaki ev Ilımış'ların, hemen önünde gözüken şarhoş Vehbi'lerin. Aysel ablaların pencereleri gözükmüyor.

Günün bu saatlerinde burada olmak, ters ışığın ortaya çıkardığı renk cümbüşünü izlemek, yansımalarını takip etmek, hemen hemen her gün gördüğün genel görüntünün özel anlarına şahit olmak, büyük bir keyif. Anların tadına varmak bu olsa gerek. Biliyorum, en geç beş on dakika sonra, görebildildiklerimi artık göremeyeceğim. Yarın göreceklerim de bugünkünden farklı olacak.

Bakın, bakın Tokurun Ahmet'in evin pencerelerinin en sağındakinde sarı sıcak oluşmaya başladı. Tokurun Ahmet'in, karısı Aysel'e sevdası dillere destan. Sarı sıcak pencereler, o evin yaşanmışlıklarının da aynası gibidir.

Eminim yarın başka evin penceresi ilk sarı sıcaklaşacak.


Fotoğraf : Eser Paşa
Öykü : Baytekin Kara – 17.11.2023

Galip Çetiner - Hasan Çalıkuşu - Beni Anlamalısın

Galip Çetiner

BENİ ANLAMALISIN

Sen, beni anlamalısın.

Renklerimden arınacağım. Karanlık dünyalara göç edeceğim yakında. Sonsuz denizlerin karanlık kuyularına. Kaybolan sadece rengim mi olacak zannediyorsun? Benim sıcaklığımı, güzelliğimi, sevgimi de kaybedeceksin, yalnızlığın soğuk rüzgarlarında.

Seni benden uzaklaştırmak veya kendimi unutturmak değil niyetim. Sana ilgisiz görünmek de istemiyorum. Bana bir süre yaklaşmak, dokunmak, hissetmek istemezsin diye düşünüyorum. Kalp kırıklığı, soğukluk, küslük de değil, yeniden kendim olma istediğimdir bütün arzum.

Artık rahat bırak beni, ilgilenme. Solan renklerimden arınmak, sessiz, kımıldamadan durmak, gözlerimi kapamak, susmak, kaybolmak istiyorum. Ne seni ne de senden öncekileri, hatta senden sonra ne olacak, kimler gelecek, onları bile düşünmeden karanlık gölgemde oturmak istiyorum.

Ben köklerimle, tanrı Adonis’in kollarında, onunla birlikte rüyalarda, karanlıklar ülkesinde yaşamak arzusundayım. Hiç umurumda bile değil, isterse alıp götürsün beni yedi kat yeraltına, tanrıça Persophone’nin huzuruna.

Beni anlamalısın, renk ve ışık peşinde koşan ölümlü. Hep kamaştırıcı ışıklarda, en güzel rengimde, en zarif anımda beni defalarca yakaladın ve hala yakalamak istiyorsun. Ama neden? Sen değil misin beni karanlık kutuların içinde saklayan, sana en şuh bakışlarımı resmeden? Yetmedi mi? Hep o halde kalmam mümkün mü? Bak yine o gün geldi, karanlıklara yürüyorum kendi irademle.

Şimdi beklemeyi öğreneceksin sabırla. Afrodit nasıl pişman olduysa yaptığı hatanın bedelini ödemeye, sen de beklemeyi öğreneceksin. O anı bekleyeceksin. Sana bahşedilen fırsatı kaçırmadan büyük bir sabırla ve istekle.

Yanlış anlama ama sonsuz bir kalıcılığa gelmiyorum. Sana bir süreliğine misafir olacağım. Büyük bir aşkla Adonis’in yeryüzüne dönmesini bekleyen tanrıçalar gibi o anı bekle. Gölgeler kısalmaya, ışık çoğalmaya başlayınca işte o zaman, bir sabah yıldızının kuyruğundan ben de düşeceğim yeryüzüne.

Kuruyan gövdeme tatlı su perileri konacak ve renklerim geri gelmeye başlayacak. Kararmış gövdemdeki çatlak elbisemi atacağım üzerimden. Tatlı ılık sabah rüzgarında dallarım filizlenecek, yeşil tomurcuklar çıkacak ve hızla büyüyecek. Yapraklarım kıvrıla kıvrıla kısa sürede bütün gövdemi saracak. Sunacağım sana kendimi ve zümrüt zarafetimi. Arkasından aradığın bütün renkler güneş ışığı ile birlikte çiçeklerle, kuşlarla, böceklerle gelecek, değişe değişe gözlerinin önüne serilecek.

Ama unutma ölümlü, bu güzelliklerin hepsi sadece bir an sunulacak. Tekrarı yok bu enstantanenin. Bu güzelliği sunan tanrıçalar adına benim de zamanım kısıtlı. Sana ayrılan süreyi hoyratça harcama. Işığın ve gölgenin, rengin ve o anın kıymetini bil.


Fotoğraf : Galip Çetiner
Yazı : Hasan Çalıkuşu

Özcan Yurdalan - Erdal Gömceli - Dertleşmek

Özcan Yurdalan

DERTLEŞMEK

Hindistan’a yaptığım bir gezide, bir adam ve kazlar dikkatimi çekti. Adam kazlarla konuşuyor, kazlar da toplanmış bir vaziyette sanki onu dinliyorlardı. Bu durum hoşuma gitmiş, gülümseyerek geziye devam etmiştim.

Ertesi gün, aynı noktada ve aynı saatte tekrar rastladım bu adama. Yine kazlarla konuşuyordu. Merak etmiştim. Bize eşlik eden tercüman aracılığıyla hemen yanımızdaki dükkânın önünde müşteri bekleyen bakkala sordum adamı. Bakkal gülümseyerek, “Ha O mu, O bazen her gün, bazen de günaşırı buraya gelir. Kazları dost edinmiş kendisine. Onlarla konuşur. Bu benim de dikkatimi çekmişti. Ben de merak ettim ve bir gün yanına giderek onunla sohbet etmiştim. Bana, her insanın içini dökebileceği, sırlarını paylaşabileceği bir dostu olmalı. Bunları dost edindim kendime. İçim sıkıldıkça gelir bunlarla dertleşirim. Sanırım onlar da bana alıştı. Benim geldiğimi görünce hemen yanıma gelirler. Sevincimizi, dertlerimizi paylaşırız.” demişti. Esnaf da alıştı ona, her geldiğinde gülümseyerek selamlaşırız.” dedi.

Gerçekten her insanın bunaldığında, sıkıldığında bazen de sevindiğinde bunları paylaşacak birine ihtiyacı var. İçimizi döküp, rahatlayıp ferahladığımızı hissederiz. Bazen içimizi dökecek birilerini bulamadığımız zamanlarda dertlerimizi kâğıda dökeriz. Bazen bir günlük, bazen de bir mektuba yazarız dertlerimizi. Bazen de bu adam gibi, canlı veya cansız varlıklara anlatırız derdimiz. Konusunu Frig mitolojisinden alan “Midas'ın Kulakları” efsanesinde olduğu gibi bazen de kimseye açmadığımız sırlardan kurtulmak için eğilip bir kuyuya sesleniriz.

Dertleşmenin insanoğlunun temel ihtiyaçlarından biri olduğunu unuturuz bazen. Duygularımızı dışa vurmaktan çekiniriz. Bu durum zaten var olan dertlerimizi daha da ağırlaştırır.

Dertleşmek; ırk, din, mezhep, kültür fark etmeksizin insanoğlunun yaratılışından gelen bir olgu ve sanırım dünya döndükçe bu asla değişmeyecek. Bir psikoloğun dediği gibi: "Dert dinlemenin bittiği gün insanlığın bittiği gündür."


Fotoğraf : Özcan Yurdalan
Öykü : Erdal Gömceli / 28.10.2023

Başak Balkan - Canan Tor - Neden

Başak Balkan

NEDEN

"Her şeyin bir nedeni var. Nedenlerin nedeni var.
Nedenlerin neden olduğunu nedenler öğretti bize."

Bu sözlerin Uzak Doğuda bir bilgeye ait olduğunu biliyorum, belki de Buda'nın ya da Konfüçyüs'un bir sözü. Tam hatırlamıyorum, ancak zaman zaman içimden tekrarladığım bir söz.

Bugünlerde Gündüz Vassaf'ın ‘Ressamın İsyanı’ adlı kitabını okuyorum. Yedi yılda yazılmış bir roman. Karanlığın içinde bir ışık olmaya çalışan Caravaggio'nun hayatına odaklanmış. Kitabı okudukça ben de sürekli Caravaggio’yu düşünür oldum.

On altıncı yüzyıl sonu ve on yedinci yüzyıl başının en etkili sanatçılarından biri olan sanatçı, çoğunlukla ilk Barok ressam olarak kabul ediliyormuş. Ailesini genç yaşta kaybeden, acılı, öfkeli, agresif ve sık sık kavgalara karışan Caravaggio’nun kişisel yaşamı kilise, devlet ve çevresindekilerle çatışmalar şeklinde geçmiş.

Kendinden önceki sanatçıların kurallarını terk ederek, günlük yaşamın unsurlarını sanatına dahil etmiş.

Resimde ışık-gölge kullanma tekniğiyle döneminin ressamlarından farklılaşmış ve öne çıkmış. Işık ve gölge ile oluşturduğu keskin zıtlıklar ile üç boyutlu nesnelere hacim kazandırmış. Işığı, figüre adeta spot şeklinde odaklamış.

Din ve iktidar ilişkilerinin çok güçlü olduğu bir dönemde yaşayan Caravaggio, Rönesans ve Maniyerizm’den uzaklaşarak güçlü bir üslup geliştirmiş. Rembrandt olmak üzere, kendisinden sonra gelen birçok sanatçıyı etkilemiş.

Gerçeği yansıtan güçlü resimler yapmayı amaçlayan sanatçı, dinsel resimlerinde figürleri, çalışan sınıftan insanlar gibi yansıttığı için ağır eleştiriler almış. Rönesans sanatçıları, insani ve dinsel deneyimi idealize etmişken, o sıradan insanların günlük çevrelerinde ve son derece sahici göründüğü kaba gerçekliği betimlemiş. Pek çok kişi günahkâr ve saygısız buldukları Caravaggio’nun resimleri karşısında şoke olurmuş, ancak onun sanatı aynı zamanda geniş bir hayranlık da uyandırırmış. Sert yaradılışı nedeniyle kanunla sürekli başı dertte olmuş.

Her alanda aslında bir devrimci olan Caravaggio'nun içinde derin bir öfke var. Ama resimlerinde ışıldayan güç; öfkeyi, hüznü, gerçeği gösteren o güç, bugün onun Caravaggio Işığı olarak adlandırılan teknikle tarihte yerini almasını sağlıyor. Tarihi, zaten içinde bulunduğu ortamdan çıkış arayan, karanlıkları aydınlığa çeviren, çevirmek isteyen, ışığı aracı olarak kullanan, farklılıkları göze sokan ve farkındalık yaratan, siyahın içindeki beyazı bulmaya çalışan inatçı, özgür ruhlu insanlar yazıyor.

Değeri sonradan bilinen insanlar.

Başak Balkan’ın anısına saygıyla. Ruhu şad olsun.


Fotoğraf : Başak Balkan
Yazı : Canan Tor / 14 Ekim 2023 

Ahu Akbaş - Hüseyin Kekiç - Giysiler, Kültürler ve Kadınlar

Ahu Akbaş

GİYSİLER KÜLTÜRLER VE KADINLAR

Yaz sıcağıydı. Güneşin ısıttığı kızgın kumsaldan sıkılmış, terlik, şort ve bikinili şehirliler olarak çevre gezisine çıkmıştık. Ellerimizde birer dal parçasıyla sık ağaçların gölgesinde bir patikadan geçtik ve geniş bir alana çıktık.

İlerde küçük evlerin önündeki yeşil çayırda, kalabalık bir topluluk bayram kutlaması için hazırlıklar yapıyordu. Patikanın ucunda büyük bir salkım söğüdün gölgesine oturup olanları izlemeye başladık.

Sağa, sola koşuşan çocuklar, sırtını taş duvara yaslamış dedeler ve çayıra uzanmış gençler oyalanırken, tahta ve eğreti masaları yan yana dizen erkekler, büyük sofrayı kuruyordu.

Önde yaşlı bir teyze ve arkasında sıralanmış alı al, moru mor geleneksel giysili genç kadınlar ve kızlar, taş duvar önündeki dedelerin ellerini öpüp bayramlaştılar önce. Sonra rengarenk giysili kadınlar, kızlar, sini sini yöresel yemekler taşıdılar uzun masalara. Onlar, büyük sofralarında çok renkli ve çok mutluydular.

Geleneksel bayram kutlamaları yerine tatil yapma alışkını olan biz, terlikli, şortlu ve bikinili tatilciler, sıcaktan, terden sıkılarak ve göz göze gelmekten utanarak sessizce önümüze baktık.

Fotoğraf : Ahu Akbaş
Öykü : Hüseyin Kekiç / 24.07.2023 

Tahsin Aydoğmuş - Erhan Demiralp - Elif

Tahsin Aydoğmuş

ELİF

Elif, dört kardeşin en küçüğü. Ortaokulu bitirmiş, köylerinde lise olmadığından açık lisede okuyor. En büyük ağabeyi meslek lisesini bitirmiş, askerliğini yaptıktan sonra yurt dışına çalışmaya gitmiş. Ortanca kardeşler ortaokulu bitirmişler, babaları ile birlikte inşaatlarda çalışıyor.

Elif, her sabah gün doğmadan kalkar, koyunlara çobanlık eder. Annesine, süt sağımında yardım eder. Elif mutsuz! Doğumuna şahitlik ettiği koyunların kasaplara satılmasından endişe ediyor. Sağdıkları sütten ve yaptıkları süt ürünlerinden kazandıkları, yem masrafını karşılamıyor.

Elif’in hayalleri var, veteriner olmak istiyor. Koyunlarından ve köydeki diğer hayvanlardan daha fazla verim alabilmek için dünyadaki bilimsel çalışmaları öğrenmek istiyor.

Hiçbir şey imkansız değil. Dileriz ki, Elif, tüm zorluklara rağmen, hayallerini gerçekleştirir.


Fotoğraf : Tahsin Aydoğmuş
Yazı : Erhan Demiralp / 14 Ağustos 2023 Pazartesi, Üsküdar 

Prof.Dr. Osman Ürper - Fatma Şanlı - Sonbahar

Prof.Dr. Osman Ürper
SONBAHAR

En sevilen mevsim hangisidir acaba, benim için Sonbahar.

İlkbaharı, yazı, kışı sevmez mi insan, hepsi doğanın ayrı bir mucizesi elbette. Her mevsimin ayrı güzelliği ve insana verdiği enerjisi vardır ama sonbahar başka...

Bir mevsim, ancak bu kadar farklı duyguyu bir arada yaşatır insana. Kimi zaman aşkı, huzuru, sessizliği, dinginliği. Kimi zaman hüznü, ayrılıkları, yalnızlığı...

Bazen başlangıçları, bazen bitişleri.
Aslında bir bitiş değil, yepyeni bir hayatın başlangıcıdır.

Sonbahar hüzün mevsimidir derler. Sevinci de beraberinde barındırır hüzün. Yaprakların dökülmesidir belki hüznü çağrıştıran. Ama yaprakların yenilenme zamanı gelmiştir. İşte bu yüzden, hüzünlenmem ben Sonbaharda. Yenilenmenin başlaması için, üzerimizdeki yüklerin gitmesi gerekir. Tıpkı, yorgun yaprakların, yenilenebilmesi için, ağacı terk ettiği gibi. Çünkü, dökülen her yaprak yeni bir başlangıçtır. Yağmurlar başlayınca tarif edilemez bir huzur dolar kalbe. Yağmurlu bir sonbahar sabahında parkta yürürken, yağmur damlalarının yapraklar üzerindeki çıtırtısını, kuşların melodik ötüşlerini, rüzgarın hafif esintisini dinlemek, ağaçların renklerinin sarıdan kırmızıya dönüşen rengarenk manzarayı izlemek, zihni sakinleştirmenin en güzel yoludur.

En güzel şiirler sonbahara yazılmıştır. Aşk filmleri sonbahara daha çok yakışır...

O kadar sarışın ve o kadar alev ki rengi, sırf bunun için bile sevebilir insan sonbahar mevsimini.

Fotoğraf : Prof.Dr. Osman Ürper
Yazı : Fatma Şanlı

 

Gül Yıldız - Kaan Aksoy - Köprü

Gül Yıldız

KÖPRÜ

Sabah kalktı. Yürümeye başladı. Serin bir sonbahar sabahında daha taze hava için nehir kenarına yöneldi. Uzaktan görünen köprü cezbetti. Yürürken gözü köprünün çizgilerine takıldı. Köprüye gidecekti.

İnsanoğlu…

Bugün o büyük köprüde yürürken başımızı göğe kaldırdığımızda, o yüce yapıyı gördüğümüzde bir yandan ihtişamı hissederken, bir yandan zafer sarhoşluğunun sisi içinde kaybolmuş hissediyoruz. Üzerinde yürürken, her adımımızı attığımızda, ayak bastığımız yapı, adeta bilimin ve mühendisliğin bir yapıtı. Her adımda sarsılmazlığını ve dayanıklılığını hissediyoruz. Öyle ki, etkilenmemek imkansız. İmkansız, zafer sarhoşluğu içinde kaybolduğumuzda hayranlık duymamız. Kendimize hayran kaldığımızda, keşiflerimizle ne kadar narsist oluyoruz. Kısa hayatımızda, kısa düşünüyoruz.

Bu hayatta, büyük olmak için, ihtişam için ve kalıcı olmak için nice emek ortaya konuluyor. Asıl bilgiye ulaşmak için sarf edilen çabaya gösteriş hevesi karıştığında gidilen yol gerçek hedefini ıskalamaya başlıyor. İnsan, somut ve soyut yapıtlarının gölgesinde mi olmalı. Köprü, anıt veya başka bir isimle anılan yapıt, onu meydana getiren insanın ya da onun sunulduğu insanların mı gölgesinde olmalı. İlerlediğimiz yolda, başka heveslere kapılarak yola çıkış amacımızı mı unutuyoruz. Nereden geldik. Nereye gidiyoruz. Çoğu zaman ikisini de unutuyoruz.

İnsanoğlu…

Köprüyü geçti. Nehrin karşısında bir kafeye oturdu. Bir kahveyle, bir kek söyledi. Ağzına attığı yaban meyveli kek parçası üzerine yudumladığı arabica çekirdek kahvesiyle aldığı hazzı, nehri ve üzerindeki köprüyü izleme keyfiyle birleştirdi.


Fotoğraf : Gül Yıldız
Yazı : Kaan Aksoy

Hakan Tokuç - Baytekin Kara - Eşeklik Baki

Hakan Tokuç

EŞEKLİK BAKİ

Bir yukarı çeşmemiz vardı, bir aşağı çeşmemiz. Suların daha ev içlerine alınmadığı yıllar. İki çeşme arasında sekiz yüz, dokuz yüz metre. Dedim ya yukarı, aşağı. Tatlı bir yokuş.

O vakitler, İç Anadolu kar tutardı. Kışı kıştı, yazı yaz. Hafif kıllı, tüylü şayak pantolonlarımız vardı, paçaları golf düğmeli. Soğuk mu? Kimin umrunda. Pantolonlarımızın ıslanan ve donan kumaşı bacaklarımıza sürtüne sürtüne yara yapardı. Eve girmek bacaklarımızdaki yaraların acısıyla aklımıza gelirdi. Gece, saçak altlarından sarkan buzlara analık yapardı, besler büyütürdü. Büyüklerimiz sokaklarda oluşan buzlarda rahat yürümek için sobalarımızın küllerini sokağa serperler, biz arkalarından ertesi gün kızak kaymalarımızı küller engellemesin diye üzerine kova kova su dökerdik.

Adeta yarışırdık büyüklerimizle, onlar sokaklarda rahat yürümek için küllerle buzu engellemeye, bizler kızak kaymak için buzları çoğaltmaya emek verirdik.

Büyüklerimiz bu yarışta hep zarar görürlerdi. Oluşturduğumuz buzlarda düşüp kolunu, bacağını kıranlar az değildi.

Bütün kızgınlıklar unutulur, sınıkçının kırıklara bağladığı şeyler daha çıkarılmadan eğlenceye büyükler de katılırdı. Onlara öne bir kızak, arkaya bir kızak araya merdiven konularak özel kızakbüs yapılırdı.

Yokuşun yukarısı, yokuşun aşağısı. Bütün mahallenin kahkahaları birbirine karışırdı.

Kızaklarımız kuruluklarımızın direklerinde asılı dururdu. Hali vakti yerinde olanlar kızak ayaklarına marangoz abilerimize ispanyolet milinden özel kaplama yaptırırdı. Kaplamaların pas tutmaması her daim pırıl pırıl olması şanımız şerefimizdi.

Mahallemiz; yukarı çeşmemiz, aşağı çeşmemiz, hafif bir yokuş, dikine yüzeyler dışında her yer kar kaplı. Saçaklarda her gün daha da büyüyen sarkık buzullar, yokuşun küllerle bozulan bölümleri sulanarak buzla kaplı hale getirilmiş ve her birimiz de birer kızak, ve bizler, hepimiz kayıyoruz.

Bir aşağı, bir yukarı. Hızla göz açıp kapayıncaya kadar uçarcasına yukarıdan aşağıya inmeler, arkamızda çekerek taşıdığımız kızaklarımızla aşağıdan yukarıya oflaya poflaya çıkmalar. Kaç kez mi? Bilmem. Bacaklarımızda oluşan buz sürtünme yaralarının sızıları dayanılmaz oluncaya kadar.

Fısıltılardan bize ulaşanlar.

"At gibi iniyorlar, eşek gibi çıkıyorlar."
"Keyiflerine değme gitsin."

Eşeklik baki, çocukluğum...

Fotoğraf : Hakan Tokuç
Öykü : Baytekin Kara 


 

Erhan Şermet - Serra Kemmer - Duvar

Erhan Şermet
DUVAR

Geleli on günü geçti.
İçim bir tuhaf oldu bu şehirde.
Ruhsuz, tutkusuz, sabit şehir.
Ne bir kedi, ne bir fok, ne tilki.
Aristokrat bir homoseksüel bile yok sağda solda.
Dört dönüyorum etrafta.
Her şey yok.
Siyah, uzun paltolu, bir papaz geçsin bari önümden.
O da yok.
Küfürün bini bi paraya bir serseri çıksa karşıma.
Ne gezer.
Okkalı bir küfür sallasam, anlayan yok.
Sabit şehir.
Tıkır tıkır, saat gibi sabit işliyor zaman burada.
Ne hızlanıyor, ne de yerinde sayıyor.
Kırasım geliyor havayı.
Giderek aksileşiyorum.
Bulutu tutup paçasından, çekesim var aşağı.
Neyse ki karşıma şu duvar çıktı.
Anlayın siz ötesini.
Bende bir gevşeme, bir yayılma, bir telaş…


Fotoğraf : Erhan Şermet
Öykü : Serra Kemmer / 20 Kasım 2023, Caddebostan

Prof.Dr. Mehmet Bayhan - Hüseyin Kekiç - Tek Başına

Prof.Dr. Mehmet Bayhan

TEK BAŞINA

Hatırla lütfen, bir sabah, seni bu ağacın altında, bu bankta yalnız otururken bulmuş ve nerelerdesin canım, çok meraklandım, ne yapıyorsun burada yalnız başına diye sormuştum telaşla. Sen de her zamanki sakinliğinle, hayır canım, yalnız değilim, tek başımayım ve kendi kendime yetiyorum burada diyerek yanıtlamıştın beni.

Kısa bir süre sonra da sen artık yoktun. Biliyor musun, senden sonra çok yalnız kaldım ben. Sana olan özlemim, giderek acı veren duygusal bir boşluğa sürüklüyordu beni.

Bir akşamüstü, yine yalnız, bu bankta otururken, senin sözlerini ansıdım.

Ya istemediğim, seçmediğim bu yalnızlık duygusuyla, doyumsuz ve umutsuz bir hayat sürecektim. Ya da, gitmeden önce bana öğrettiğin gibi, tek başıma, ama üretken yaşamayı seçip, kendi kendime yetecektim.

Evet canım, başta zor oldu ama tıpkı senin gibi, bu ağacın altında tek başıma olmayı ve kendimi yalnızlıktan korumayı seçtim.

Şimdi bunları sana yazıyorum, çünkü bil ve rahat uyu istedim.

Fotoğraf :
Prof.Dr. Mehmet Bayhan
Öykü : Hüseyin Kekiç / 07.08.2023

( Bu öykü, sevgili Mehmet Bayhan hocamın vefatından önce yazılmıştır. )

Sebahattin Özveren - Erhan Demiralp - Hazım Bey

Sebahattin Özveren

HAZIM BEY

Hazım Bey, çocuk yaşta köyünden şehre göçmüş, orta yaşlı bir adamdı. Uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, şehir hayatının, yoğun iş temposu, trafik gürültüsü ve kalabalık sokaklarına alışamamıştı. Köyüne özlem duyar, avludaki sedire uzanarak yıldızları izlediği geceleri, yeşil çimenler üzerinde yuvarlanıp, arkadaşlarıyla takla yarışlarını, yeni doğmuş kuzuların, annelerinin peşinde dolaşmalarını, süt emmelerini hatırladığında gözleri dalar giderdi. Özlem artsa da yaşam koşulları, çaresiz bırakıyordu.

Hazım Bey, bir fabrikada çalışır, iş çıkışı otobüs ile evine ulaşırdı. Otobüsten indiği durakla evi arasında, kısa da olsa yürüme mesafesi vardı. Yolunu daha da kısaltmak için mahallelerinde bulunan çocuk parkının içinden geçerdi. O gün yine otobüsten inmiş, yorgun adımlarla evine doğru ilerlerken, sesini duyurmaya çalışan miyavlamalar işitti. Etrafına dikkatlice bakındı, sesleri netleştirmek için kulak kabarttı. Heybetli çınar ağacının dibinde, bir kutu içinde, birbiriyle oynaşan yavru kedileri gördü. Annelerinin yakında olabileceği düşüncesi ile bir süre oyalandı, gelen giden olmadı. Televizyonda geçen akşam izlediği bir haberi hatırladı. Adamın biri, sokağında bulunan kedilerin üzerine asit atmıştı. İçi ürperdi, anne kediyi arayan gözlerle etrafına bir daha bakındı, parkta oynayan çocuklara sordu, olumlu yanıt alamadı.

Güneş, yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlamış, akşam saatleri yaklaşırken, miyavlamalar çoğalmıştı. Hazım Bey, yavru kedileri doyurmak gerekiyor diyerek köşede bulunan markete hızlı adımlarla ulaştı. Yavru kediler için hazırlanan mama paketlerinden aldı, tekrar yanlarına koştu. Karınları doyan yavrular, bir süre sonra uykuya daldı. Yaşadığı ev, hayvan beslemek için çok uygun değildi. Yavruları da korumak istiyordu. Bulundukları kutuyu daha güvenli bir hale getiren Hazım Bey, evinin yolunu tuttu.

Birkaç hafta boyunca, Hazım Bey yavruları her gün ziyaret edip, besledi. Minik tüylü varlıklar, onun sevgi dolu hareketlerine alışarak, omuzlarında, başında ve çevresinde dolaşıyordu. Kedilerle yaşadığı anlar, Hazım Bey'in kalbini ısıtıyordu. Onların masumiyeti ve sadeliği, birlikte geçirdikleri zamanlarda, köyünü ve çocukluğunu hatırlatıyordu. Hazım Bey’in yavru kedilere yaklaşımı kısa sürede parkta oynamaya gelen çocukların dikkatini çekti. Bu sevimli yaramazlar, semtin yaşamında yeni bir anlam ve mutluluk kaynağı oldu.

Hazım Bey, miyavlama sesini duyduğu o günü unutamıyor. Yavru kediler de çok mutlu, onlar, artık parkta kutu içinde değil, sevgi dolu sıcak yuvalarında, Hazım Bey’in omzunda, başında tatlı yaramazlıklarına devam ediyor.

Fotoğraf : Sebahattin Özveren
Öykü : Erhan Demiralp / 10 Ağustos 2023 Perşembe, Üsküdar

Gültekin Çizgen - Baytekin Kara - Yer Bakır Gök Bakır

Gültekin Çizgen

YER BAKIR, GÖK BAKIR

Sarı sıcak bir sabahtı. Yer bakırdı, gök bakırdı.
Tan ağarırken yollara düştük.

Muhtar, uzun süredir büyük bir titizlikle takip ettiği korumayı kaldırmış, kızılcık ormanına girişi serbest bırakmıştı.

Her yıl kavga gürültünün hiç eksik olmadığı bir mevzudur, ormandan kızılcık hasadı. Kim erken gitmiş, kim hasar vererek toplama yapmış, kimi çok toplamış, kimine bir şey kalmamış. Taşlı, sopalı birbirine girmelere şahidim. Kızılcık pelverdesi makbuldur. İyi de para yapar.

Muhtar, çözümü kızılcıklar tam olgunlaşana kadar ormana girişleri yasaklamakta bulmuş, bir gün önce davullu duyuru yaparak, ormana giriş yapılacak saati ilan etmişti.

Çoluk çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek hepimiz yollardaydık. Hepimizin kendine göre yapacak işi olurdu bu günlerde.

Sarı sıcak bir sabahtı. Yer bakırdı, gök bakırdı.

Eşeklerimiz bize eşlik ediyordu. Çakmak taşlı sarp bir yamaçtan ulaşılıyordu kızılcık bölgesine. Düşüp kalkmalarda elimiz dizimiz parçalanıyor, eşekleri zorluyoruz, eşek sinirli, biz sinirli, eşek inadı ile uğraşıyoruz. Biraz daha, biraz daha kızılcık için.

Bir zamanlardı, kızılcık şerbetli, kızılcık pelverdeli zamanlardı.
Sarı sıcak zamanlardı, yer bakır, gök bakırdı.

Geçen gün köye gittim, rastladığım birilerine, kızılcık ormanına gidelim mi dedim. Kabul ettiler. "Yahu sağ ol, var ol, senin sayende, biz de bunca yıl sonra ilk defa gidip görmüş olacağız" dediler.

Kızılcıklar dallarında kurumuşlardı.
Kimsesiz, kıpkızıldılar.

Fotoğraf : Gültekin Çizgen
Öykü : Baytekin Kara