Prof.Dr. Güler Ertan - Didem Nuhoğlu Utar - Üç Kafadar

Prof.Dr. Güler Ertan

ÜÇ KAFADAR

Tarihi yarımadanın etrafında yer alan semtlerden birinde yaşayan üç kafadarın hikayesi bu. Farklı memleketlerden göç etmiş üç farklı ailenin çocukları. Akranlar neredeyse. Ortadaki Ahmet, yaşça en küçükleri, Balkan göçmeni bir ailenin de en küçük oğlu, iki ablası var. Sağda utangaç bakışlı Mehmet, Mardin’den göç etmiş bir ailenin ortanca çocuğu, kendinden üç yaş büyük bir abisi, iki yaş küçük bir kız kardeşi var. Sol başta, delici bakışlarıyla aradan sivrilen ise, İsmail, Tekirdağ tarafından gelmiş müzisyen bir ailenin çocuğu, tam dört erkek kardeşi var. Mehmet yedi, Ahmet altı, İsmail ise on yaşında. Üçünü de bir araya getiren bir tutkuları var, futbol.

Üçü de mahalle okulunda eğitim görüyorlar. İsmail zorla okuyor, sevmiyor ders çalışmayı. Bu sene de böyle devam ederse, babası oto tamir atölyesine çırak verecek onu. İsmail’in bu duruma çok da üzüldüğü söylenemez, tek bir hayali var; futbolcu olmak. Mehmet, okulunu seviyor, en çok da matematik dersini. Kafası basıyor rakamlara. Bir çeşit oyun gibi geliyor ona matematik problemi çözmek. Bir de, göklerde olmayı hayal ediyor ileride. Mahallede hayran olduğu Erkan Abisi gibi pilot olmak istiyor. Ahmet de derslerinde fena değil ama, boş kaldığı zamanlarda babasının börekçi dükkanında vakit geçiriyor. En güzel yemekleri o pişirecek büyüdüğünde. İyi bir aşçı olacak, hayali bu. Bir gün önce İsmail, mahallenin daha büyük abileri tarafından tartaklanınca, Mehmet ile Ahmet ellerinden geldiğince kurtarmaya çalışıyorlar İsmail’i yediği dayaklardan. Yetmeyince güçleri, tanıdıkları başka abileri yardıma çağırıp kurtarıveriyorlar İsmail’i. Cancağızların çektiği korku yetmiş onlara, kendilerine zor gelmişler. Ertesi gün tekrar bir araya gelip, maç yaparak atmışlar streslerini. İşte maç arasından bir mola anı. Mola sonrası maça devam, kim galip gelecek, kim bilir...


Fotoğraf : Prof.Dr. Güler Ertan
Yazı : Didem Nuhoğlu Utar / 17 Ekim 2023

Engin Güneysu - Serra Kemmer - Cesaret İşi

Engin Güneysu

CESARET İŞİ

Bir fotoğrafa bakmak cesaret ister. Bir hikayeyi okumak da öyle.
Elime bir kitap tutuşturdular. Buna bir önsöz yaz dediler. Hoppalaa!

Kitabı aldım elime, şöyle bir kokladım önce. Bunu hep yaparım kendimi bildim bileli. Kitabın kapağında, bu gördüğünüz fotoğraf vardı. Fotoğrafa baktım uzun uzun. Önce kafamda fotoğrafa bir hikaye kurmaya çalıştım. Sonra açtım kitabı 'gerçek' hikayesini okudum. Bir daha okudum. Sonra bir daha. ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ diye düşündüm. Bu hikâyeye neden bu fotoğraf seçilmiş ki acaba? Baktım fotoğrafı yazarın kendisi mi çekmiş diye. O da değil. Çeken ayrı. Yazan ayrı. Hikaye güzel. Fotoğraf güzel. Fotoğraf olmasaydı hikaye ne olurdu? Hikaye hiç yazılmamış olsa, fotoğraf eksilir miydi, yoksa çoğalır mıydı?

Bir sürü soru kafamda. Aklım meşgul. Ruhum dolu. İçimde bir senfoni, bir 'kakafoni'.

Aynı hafta kitabın yazarıyla tanıştım. Eylül ayıydı. Yakup 2'de oturduk bir gece. Bir gece daha. Uzun uzun geceler geçirdik Yakup 2'de. Kah sustuk, kah bakıştık, gülüştük ara ara, o anlattı ben dinledim. Ben sustum o dinledi. Lakerdalar da bu arada pek güzeldi.

Bir fotoğrafa bakmanın ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu öğrendim o gecelerde. Bir hikayeyi okumak da öyle. Hikaye “Sevmiyorum yeni evleri” diye başlıyordu. Yeni evler hangisiydi? Eski evler hangisi? O evlerin önündeki su birikintisi üstünde sıçrayan kız çocuğu kimdi?

Mesela bugün, akşam yemeğimizi hazırlayıp, masanın başına kurulunca, televizyonda haberleri açıp izlemiyor muyuz? Onca savaş fotoğraflarını, patlamaları, kopan bacakları. Çekilen fotoğraflar, çekilen videolar bize çok uzak gibi sanki, var olmamışlar gibi geliyor belki de. Bazen birer sanat eseri oluveriyorlar sanki. Film gibi izliyoruz haberleri, hikayedir diye okuyoruz hikayeleri, fotoğraf diye bakıyoruz fotoğrafa. Hatta net değil, ışık patlamış, arka plan şöyle olsa, böyle olsa diye ahkam kesiyoruz, biraz daha ileri gidersek.

Fotoğraflara bakarken, hikayeleri okurken, bir filmi izlerken, bir sergiyi gezerken aslında yolculuğa çıkar insan. Ne güzeldir o yolculuklar! Bazen neşeli bir çocukluk yolculuğudur bu. Tıpkı bu kitapta olduğu gibi. Kitabı okuyun. Önce ona elinizi uzatın, sonra alın avucunuzun içine, okumaya başlayın. O bilir sizi nereye götüreceğini. Yeter ki gitmeye cesaretiniz olsun! Size iyi yolculuklar!

Ama dikkat!!!

Giderken ayaklarınız yere basmalı. Gitmek kadar kalmaya da cesareti olmalı insanın. Fotoğraftaki kız, sizi alıp götürsün götürmesine de, gerçekte o kız kim, oradaki kız çocuğunun gerçeği nedir, bir durun düşünün, kalın orada, gidin, görün, bilin onu. Unutmayın! Biz dünyayı değiştireceğiz, dünya bizi değil.

Diyeceğim o ki, bu kitabı okuyun, bu hikaye sizi alsın götürsün götüreceği yere. Ama gitme cesareti kadar kalma cesaretiniz de olsun yanınızda. Çünkü bir fotoğraf öylesine çekilmiyor. Çünkü bir hikaye öylesine yazılmıyor.

Gerisi sizin bileceğiniz iş.


Fotoğraf : Engin Güneysu
Yazı : Serra Kemmer / Kasım 2023 - Caddebostan 

Burcu Göknar - Ayşe Sönmez - Umudu Beklerken

Burcu Göknar

UMUDU BEKLERKEN

Geceyi geçirip, günü karşıladım.
Yine kırgın, yine üzgün, yine umutsuz.
Evimin merdivenleri arkamda mı, önümde mi?
Gecenin çakırkeyf hâlleri üzerimden gitmemişken, ne tarafa dönsem bilemedim.
Saçlarıma giremeyen parmaklarım, daha fazla ısrar etme der gibi.
Yorgunum.

Gece ayrı yordu, geceyi beklerken bilirim gündüz ayrı yoracak.
Ama olsun, gelen gece kim bilir, belki yeni bir umut getirir.
Ya da gelen gün, belki yeni bir umut getirir.
Beklemek, ilaçların en etkileyicisi.
Beklemek, umutların en geniş kapısı.
Beklemek, hele ki sevgiliyi beklemek, beklemenin kalbimizin derinliklerindeki en naif hâlleri.
Seni bekliyorum gün.
Seni bekliyorum gece.
Bana sunacakların umudumun vazgeçilmez iksiri!


Fotoğraf : Burcu Göknar
Yazı : Ayşe Sönmez